Yaşlı kimdir? Yaşlı ve ihtiyar aynı şeyler midir? Bu klasik sorulara cevap vererek konuya girmek istiyorum.
Yaşını başını almışlara yaşlı denir. Bu benim kendi tanımım. Bizde emeklilik yaşı, istisnaî durumlar dışında 65'tir. O hâlde 65 yaşına geldi, artık çalışamaz, çalışsa da verimli olamaz diye kapı önüne konulma gerçeğini göz önünde tutarsak ve illa yaşlılığa bir milat koyacak olursak 65'ini geçen yaşlıdır diyebiliriz. 65 Yaşın yaşlılık başlangıcı için karine sayılmasına bir diğer gerekçe olarak da yaşlılık aylığının 65 yaşını geçenlere bağlanmasını gösterebiliriz. Yaşlılık için bu şekil bir yaş tayini elbette tartışmaya açık bir yaklaşımdır ancak nihayetinde bir görüştür, katılıp katılmamakta serbestsiniz. Nitekim bu mevzu felsefe tarihinde de çokça tartışma konusu olmuştur. Günümüzde gelişmiş Avrupa için bu yaş sınırını 70'e, Japonya için 75'e de çekebiliriz; geri kalmış Afrika için 50'ye de indirebiliriz. Tabii yüzyıllar evvel durum çok daha farklıydı. Örneğin Roma askerlerinin ömrü ortalama 22 yıldı. O çağlarda 40 yaşını geçenlere muhtemelen yaşlı deniyordu.
'İhtiyar' tabiri ise yine kanımca yaşlıya yakın ama yaşlıdan farklı bir anlam ifade ediyor. Bir defa yaşa bakılmaksızın kim kendini ihtiyar hissediyorsa ihtiyardır. Çünkü ihtiyarlık daha çok hisle ve gönülle ilgili bir durumdur. Yaşlı olabilirsiniz, mesela yaşınız belki 70'tir; ama ihtiyar olmayabilirsiniz. Yahut belki de sadece 35 yaşındasınızdır ama o kadar çok elem, ıstırap, üzüntü yaşamışsınızdır ki ruhunuz çökmüştür ve artık kendinizi ihtiyar hissediyorsunuzdur, o hâlde ihtiyarsınızdır. Bu yaşlı-ihtiyar ayrımı mevzu ne zaman açılsa benim aklıma ilk Ajda Pekkan gelir. 1946 doğumlu süper star Ajda Pekkan tamı tamına 75 yaşında. Bildiğiniz yaşlı. Ama gönlü o kadar genç ki kim ona ihtiyar diyebilir?
Meşhur feylesofların da yaşlılık bahsiyle derinden ilgilendiğini biliyoruz. Sebebi malûm; çünkü onlar da yaşlanmış.
Gençliğinde felsefe ve hukuk eğitimi alan Romalı Cicero (MÖ 106 - MÖ 43), yaşlılık konusunu en kapsamlı şekilde masaya yatıran kişi olarak biliniyor ve 62 yaşında -ölümünden bir yıl önce- Yaşlı Cato veya Yaşlılık Üzerine adlı meşhur eserini kaleme almış. Tüm zamanların en büyük bilgelerinden Cicero diyor ki:
"Büyük işler kuvvet, hız ya da çeviklikle değil, düşünce, otorite ve karar verme yeteneğiyle kotarılır; bunlar ise yaşlılıkta azalmak şöyle dursun, genellikle daha da artar. Asker, tribunus, elçi ve concul olarak görevler almış şahsımın şu an cephede savaşmıyor diye sizlere katkı sağlamadığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Senato'da neyin, nasıl yapılması gerektiğini sizlere ben gösteriyorum."
Yaşlılığa Övgü diye bir eser yazılsaydı Cicero'nun alıntıladığım bu sözleri büyük puntolarla eserdeki yerini alırdı.
Sokrat (MÖ 469 - MÖ 399) yaşlılığın bir zeka pırıltısı olan nüktedanlık için en elverişli dönem olduğunu düşünmüştür. Sokrat'a göre yaşlanmak bir nevî aylaklığa adım atmaktır. Daha yerli bir tabirle Sokrat, yaşlılığı tekayüde yani emekliliğe ayrılmak, işten güçten elini eteğini çekmek şeklinde ifade etmiştir. İhtiyar olun ya da olmayın, aylak ve uyuşuk bir hayat yaşıyorsanız, ıskartaya çıkmışsanız Sokrat'a göre yaşlanmışsınızdır.
Sokrat'ın öğrencisi Platon (diğer adıyla Eflatun: MÖ 424 – MÖ 347), pek muteber feylesofların bir diğeridir. Platon, en nihayetinde insan olduğumuzu, sürekli değişim ve olgunlaşma süreci içerisinde bulunduğumuzu ve ölümlü varlıklar olarak kendi ölümsüzlük arayışımız ile yüzleşmemiz gerektiğini altını çize çize vurgulamıştır. Cicero'dan farklı düşünmeyen Platon, yaşlılık ile erdemler arasında karşılıklı etkileşim olduğunu savlamaktadır. Bu etkileşim ile yaşlılık‐bilgelik mefhumları birbirlerini tamamlarken aynı zamanda bir felsefe olarak Platon’un gerontokratik bakışının ana hatlarını ortaya çıkarmaktadır.
Gerontokrasi de neyin nesi dediğinizi duyar gibiyim. Açıklayayım... Platon yaşlıların ak saçlı, ak sakallı, bilge kişiler olması hasebiyle devlet yönetiminde doğrudan söz sahibi ve politika belirleyici faktörler olması gerektiğini savunmuştur. Son derece mühim bir düşüncedir. 21. Yüzyılda bile demokrasi yerine teknokrasi mi yoksa teokrasi mi olsa daha iyi olur diye tartışılırken Platon'un iki bin dört yüz yıl önce gerontokrasi taraftarı olması ve bunu sistemli şekilde ortaya koyması, şapka çıkarılası bir hadisedir. Nitekim gerontokrasi zaman zaman uygulama alanı da bulmuştur, Brejnev döneminin Sovyetleri gerontokrasiye en çarpıcı örnektir.
Aristo (MÖ 384 - MÖ 322), yaşlılık konusunda hocası Platon'un savlarına zıt düşünceye sahiptir. Dolayısıyla Aristo, diğer pek çok feylesoftan ayrılarak yaşlılık mefhumuna menfi bakmış; yaşlılığı atsan atılmaz, satsan satılmaz bir baş belası gibi görmüştür. Aristo'ya göre en verimli ve mütekamil dönem, orta yaşlardır. Bu durumda yaşlılık, 'idealden sapma' anlamına gelmektedir.
Aristo'ya göre yaşlılık zamanlarında baş gösteren fizikî gerilemeler ve çabuk yorulma, çok uyuma gibi olumsuz değişimler, yaşlı bireyleri ölçülü-ilkeli hayattan ve daha da önemlisi erdemden uzaklaştırır.
Aristo, 'Retorik' adını verdiği eserinde; tutkulu, ateşli, tez canlı, kıvrak zekalı gibi müspet sıfatları gençlere yakıştırırken; bunların karşıtı olan tüm menfî sıfatları ise yaşlılara yatıştırmaktadır. Aristo'ya göre yaşlılar habire ağlayıp sızlanan, orası burası tutmayan, iki dakika önce dediğini unutan, üstelik gençlere ve devlete yük olan kişilerdir. Dolayısıyla yaşlıların devlet yönetiminden uzaklaştırılması gerekir. Nitekim 'Politika' adlı eserinde de yaşlıları devletin işleyişi ve kamunun menfaati açısından tehdit saymıştır.
Bir diğer meşhur filozof Seneca (MÖ 4 - MS 65) da yaşlılık bahsine değinmeden geçememiştir. Seneca, "konuşmayı çok erken öğrendim, susmayı öğrenmem içinse yaşlanmam gerekti" demiştir. Bir başka sözünde ise "yaşlılık, iyi olmaz bir hastalıktır" diye çarpıcı bir yaklaşım ortaya koymuştur. Evet, yaşlılık bir hastalıktır ancak her hastalığın çaresi olduğu hâlde yaşlılığın çaresi yoktur. Zira yaşlılık, sonu kesin ölüm olan yegane hastalıktır.
Seneca, yaşamı boyunca türlü tevil hastalıkla mücadele etmiş enteresan bir kişiliktir. Ülser, ayak şişliği, ellerde lekelenme, bacaklarda kemik erimesi ve iltihaplı romatizma gibi hastalık ve yaşlılık belirtilerine ilaveten ‘can çekişmek’ diye bahsettiği nefes darlığını yaşamış, bu sebeple çok defalar intihar etmeyi düşünmüş; ancak babasının telkiniyle her defasında intihar düşüncesinden vazgeçmiştir. Böylesine zor durumdaki Seneca, iklim değişikliğinin gitgide bozulan sağlığına iyi geleceğini hissederek eşi Mısır’da vali olan üvey teyzesinin yanına gitmiş ve hakikaten teyzesinin de desteğiyle Mısır'da sağlığına kavuşmuştur.
Seneca Hercules Furens adlı 1344 mısralık manzumesinde şöyle diyor:
Hani gemiler çoğu kez karşı koyamaz da sürüklenir ya dalgalarla,
İşte aşağı doğru bir esinti böyle iter seni ve doymak bilmez boşluk çeker seni.
Ruhlar her bir yanı sarmış, bir adım geri gitmene müsaade etmezler.
Uçsuz bucaksız bu çukurun içinde,
Lethe huzur veren akışıyla sessizce akar ve kaygılarımızı alır gider.
Buraya gelen hiç kimse geri dönemesin diye ağır ağır, kıvrıla kıvrıla akar.
Nasıl ki ne yapacağı belli olmayan sularıyla oradan oraya dolaşıp eğleniyorsa,
O da kendi yolunda gider ve kıyıya mı vursam yoksa başka bir yere mi aksam diye kararsızlık içinde kalır durur.
Durgun Cocytus’un pis bataklığı hareketsizce uzanır.
Burada akbabalar vardır ve keder getiren baykuş figan eder.
Uğursuz cüce baykuşun hazin kehaneti yankılanır.
Ağır uykunun tutunduğu porsuk ağacı yere sarktığında gölgeli dalındaki kapkara yaprakları ürperti verir.
Kederli açlık her şeyi yeyip yutan ağzını genişçe açmış uzanır burada.
Utanç ki artık çok geç, kapatır suçlu yüzünü.
Korku ve dehşet vardır, ölüm ve dişleri gıcırdatan ıstırap da...
Ardından kara yas gelir ve sonra titrek hastalık ve de kılıcını kuşanmış savaş...
Son olarak da aciz yaşlılık dayanır bir bastona!
Yukarıdaki mısralarda Seneca, yaşlılık ile ölüm arasında doğrudan bağlantı kuruyor. Hayatını çalışıp didinerek tüketenleri bir akarsuya benzetiyor ama akarsular için denize kavuşmak anlamına gelen tükenişler, her canlı varlık için de ölüme kavuşmayı temsil ediyor.
Yaşlanmadan ihtiyarlayıp boşa yaşayanların hayatını ise etrafa kötü kokular yayan ve çirkin yaratıkların barınağı olan bataklıklara benzetiyor; onlar zaten ölmüş ama öldüklerinden haberleri yok.
Böylelikle yaşlılığı ölümün kardeşi sayıyor büyük düşünür Seneca. Hiç de haksız değil gibi. Hepimizin varacağı menzil belli!
Farkındaysanız hep antik çağ feylesoflarının görüşlerine yer verdim. Aslında şuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Yaşlılık ve yaşlı psikolojisi iki bin sene önce neyse şimdi de odur, arada hemen hemen hiç fark bulunmamaktadır. Evvel zaman içinde yaşlı nüfus oldukça azdı, o yaşlıların eline kalem alıp üç beş satır karalayarak düşüncelerini aktarabilenleri ise gerçekten parmakla gösterilebilecek kadar sınırlı sayıdaydı. Düşünün ki Türklerin yazılı tarihi bile 732-735 yıllarına ait Orhun Anıtlarıyla başlıyor. Öncesinde yazılı olup da günümüze gelen, anıt dâhil bir eser yok. Bunu asla bir küçümseme kastıyla söylemiyorum. Sadece eski zamanlarda bir şeyler karalayabilmiş olmanın ayrıcalığına vurgu yapmak istiyorum. Hâl böyle olunca Platon'un, Sokrat'ın, Aristo'nun, Cicero'nun, Seneca'nın ve tabii atıf yapamadığım diğer kadim feylesofların deneyimleri ve dile getirdikleri hakikaten büyük önem arz ediyor.
Affınıza sığınarak konuyu biraz dağıtmış oldum ama azıcık kültür yüklemesinden kimseye zarar gelmeyeceğini düşünüyorum.
Geçmişten günümüze yaşlıların bizatihi yaşlılığı ifade ediş şekillerini ve beklentilerini yan yana koyunca karşıma şöyle bir tablo çıkıyor:
Yaşlılar, ölüm gerçeğinin sonuna kadar farkında olan ve bu nedenle ruhu ulvileşip incelen mümtaz şahsiyetlerdir.
Yaşlılar, bir rol verirseniz ellerinden geleni yapmak isterler; ama bir danışman gibi kenardan müdahale etmeyi daha çok severler. Bu kapsamda ben de devlet idaresinin 35-50 yaş arasındaki bedenen ve zihnen dinamik kimselere verilmesi ama yaşlıların da bir kenara atılmaması, aklı başındaki güngörmüş yaşlılardan etkin bir danışma kurulu oluşturulması gerektiğini savunuyorum.
Yaşlılar, gençliklerinde ne kadar deli fişek olurlarsa olsunlar zaman içinde yıllara yenik düşen; unutkanlık, yorgunluk, yalnızlık, huysuzluk gibi illetlerle boğuşmaya başlayan kimselerdir. Bu özellikleri dikkate alındığında onları zihnen ve bedenen yorucu işlerle meşgul etmek bir nevî eziyet olacaktır. Dolayısıyla onlara daha hassas, daha dikkatli, daha anlayışlı ve daha yumuşak davranmalıyız.
Yaşlılar, kendileriyle ve geride kalan yıllarıyla bir hesaplaşma içindedirler. Mütemadiyen hatalarını, yapmak isteyip de yapamadıklarını, görüşemedikleri dostlarını, alacaklarını, borçlarını hatırlayıp derin düşüncelere dalarlar.
Yaşlılar huzur ararlar; gürültüden, karmaşadan, kaostan hoşlanmazlar. Çünkü böyle durumlarda kafaları herkesten daha fazla ağrır ve herkesten daha kolay demoralize olurlar.
Bir de hor ve hâkir görülmekten hoşlanmazlar, kendilerine değer verilmesini isterler. İlla baş köşeye oturmak değil; hiç değilse terslenmemek, çocuk gibi azarlanmamak, küçümsememek, alay konusu edilmemek isterler. Bu kadar kolay ve doğal istekleri olmasına rağmen çoğu zaman bunlardan da mahrum bırakılırlar. Hele ki günümüzde yaşlılar genel olarak ayak bağı, baş belası, bir türlü ölmek bilmez bunak muamelesi görmektedir ki söz konusu tablo gerçekten çok acıdır.
Bu acı tablonun eseri olarak günümüz huzurevlerinde yer bulmak için araya büyük torpiller koymak gerekmektedir. Erkeklerde 60, kadınlarda 55 yaşını geçenlerin kabul edildiği huzurevleri tam bir dram-evi görünümündedir. Çoluk çocuğunun, eş dost akrabasının ilgisinden mahrum kalıp kurumsal bakıma muhtaç hâle düşenlerin kurtuluş kapısı hâline gelen huzurevleri tam bir acı, hüzün ve çile evine, bir bakıma gönüllü ama zoraki hapishanelere dönüşmüştür. Kalabalıklar arttıkça yalnızlaşan insanoğlu her geçen gün yeni zoraki-gönüllü hapishanelere ihtiyaç duymaktadır.
İlginçtir ki dünya tarihindeki ilk huzurevleri de yine milletimiz tarafından kurulmuştur. Bir farkla ki gerek XI. yüzyılda Sivas'ta hüküm süren Rehaoğullarının hizmete açtığı Darülreha, gerek Erbil Atabeyi Muzafferüddin Ebu Sait tarafından yaptırılan Gökbörü adlı bakım merkezleri, gerekse sonraki imaretler kimi kimsesi olmayan, kaşıklayacak bir tas aş bulamayan yaşlılara hizmet vermiş; oğlu kızı olanların yolu buralara düşmemiştir. Bir başına bu tespit bile modernizm adı verilen zamane medeniyetinin Mehmet Akif'in deyimiyle gözü dönmüş canavar olduğunun bariz bir kanıtıdır.
Bir de huzurevinden farksız evler vardır. Dört duvar arasında bir başına yaşayan veya kendisi gibi yaşlı eşiyle birlikte gün sayan yaşlıların bulunduğu evler de birer huzurevi değil midir?
Ana konumuz yaşlılarla iletişim ya, şu soruya cevap verelim; yaşlılar mutsuz, yaşlılar huzursuz, o hâlde ne yapmalı?
Soru kitabın tam ortasından ama yanıtı bir hayli basit. Yaşlılar bizlerden ne besliyorsa onu yapmalı! Pekâlâ yaşlılar bizden ne bekliyor! Bu sorunun yanıtı daha da basit:
Yaşlılar bizden 'iletişim' bekliyor, kendileriyle iletişim kurulmasını istiyor. Öyle teferruatlı bir iletişim de değil; bir selam, bir merhaba, bir nasılsın sözü duymak istiyor. Çünkü inanın çoğu kapıdan kafasını uzatıp tebessümle bakan bir yüz görmeye bile muhtaç. Yaşlılarımız ilgiye muhtaç! Ve ancak iletişim kurarak onlara yalnız olmadıklarını, unutulmadıklarını hissettirebiliriz. Yanlarındayken kafamızı televizyonun veya telefonun ekranına gömerek değil; bilmem kaçıncı defa anlattıkları hatıralarına kulak vererek, bir şey anlattıklarında gözlerinin içine bakarak onlarla kolayca iletişim kurabiliriz. İşte bu kadarcık iletişim bile onları fazlasıyla mutlu edecektir. Daha da etkili bir iletişim kurmak istiyorsanız onlara dokunun. Mesela sarılın, hem de sımsıkı sarılın. Yahut başınızı onların omzuna veya göğsüne dayayın; kahverengi lekelere bürünmüş kırışık elleriyle sizi okşamalarına izin verin.
Altını çizerek tekrar belirtmek istiyorum: Yaşlılar, ölüme ramak kalan hayat yolculuğunun son kertesinde olduklarını farkındadır. Onların her hâli aslında bir vedalaşmadır. Sarılmadan, kucaklaşmadan vedalaşma olur mu? Hele hele bir selamı çok görerek, telefon açıp nasılsın demeye bile tenezzül etmeyerek vedalaşma olur mu? Değerli dostlar, bir yaşlıyla birlikteyken alabildiğine hatıra biriktirmeye gayret edin. Deliler gibi hatıra biriktirin. Cicero diyor ki ‘"ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir". Belleklerimizde ölmüşlerimize dâir ne kadar çok hatıra barındırırsak onları o kadar yaşatmış oluruz.
Bir de akıldan hiç çıkarmamamız gereken açı bir gerçek var: Biz de yaşlanacağız ve biz de öleceğiz. Bundan kurtuluş var mı, yok! O hâlde bir yaşlıyla karşılaştığımızda lütfen hızlı bir empati kuralım ve kendi yaşlı hâlimizi düşünelim. Hem biliyor musunuz, biz yaşlılara nasıl davranırsak, yaşlandığımız zaman da başkaları bize öyle davranacak!
Bir başka acı gerçeği daha söyleyerek bu konuya son noktayı koymak istiyorum: Zaman hızlı geçmiyor, hızlı da neymiş, zaman jet gibi geçiyor!
Cümleten hayırlı, nurlu, uğurlu yaşlanmalar...