Reklam dünyasındaki vahşeti gözler önüne sermeden önce reklamın ne olduğunu Hasip Pektaş’tan bir fıkra alıntılayarak izah etmek istiyorum.
Adamın biri ölmüş... Öbür dünyanın kapısına gelince bakmışlar, günahlarıyla sevapları birbirine eşit. Cennete mi atsınlar cehenneme mi? şaşırmışlar. Sonunda kendisinin karar vermesini istemişler. Adam, hayhay demiş fakat önce cenneti ve cehennemi görmek istemiş. Götürmüşler. Cennette gördükleri tıpkı anlatılanlar gibiymiş, herşey son derece güzel, istediğin yiyecek içecek var, istediğin gibi gezip eğlenebiliyormuşsun. Ama Cehennemde gördükleri anlatılanların aksine cennete benziyormuş. Herkes neşe içinde gülüp eğleniyor, oyunlar oynuyormuş. Sazlar, dümbelekler, şarkılarla göbek atanlar... Fakat biraz sıcakçaymış. Buranın atmosferinden hoşlanan adam, cehenneme gitmeye karar vermiş. Az sıcak ama olsun katlanırım diye düşünmüş. Görevliler almışlar bunu, bir kapıdan içeriye salmışlar. Tabii içeriye girmesiyle feryadı basması bir olmuş. Her yer alev alev yanıyor. Ortada fokur fokur kaynayan katrandan kazanların içinde gırtlağına kadar batıp haşlanan, haşlandıkça bas bas bağıran insanlar... Adam can havliyle “heey ne yaptınız, beni yanlış yere mi attınız” diye bağırtıyı koparmış, önceden gördüğü yerlere hiç benzemeyen bu yerin neresi olduğunu merakla sormuş. Görevliler demiş ki: “O gördüğün yer cehennemin reklam bürosuydu... Reklamını yapmasak buraya kim gelir ki!”
Başta belirttiğim gibi bu fıkrada anlatılan vahşi reklamın değil normal reklamın ne olduğudur. Zira reklamların hemen hepsinde göz boyama, teşvik etme, beni seç diye bilinçaltı mesajları gönderme ve zihin bulandırma senaryosu vardır. Vahşi reklamlar ise etik sınırları çiğneyen veya zorlayan, daha yerli bir tabirle ahlakî olmayan reklamlardır. Birazdan vahşi reklam örnekleri vereceğim.
Reklamlar neden önemlidir? Reklam, ticaret dünyasının olmazsa olmazıdır. Bugün devletler bile kendi reklamlarını yapmak için yığınla para harcıyor. Ancak reklam denince gözden kaçan önemli bir nokta var ki o da reklamın oldukça önemli bir kitle iletişim aracı olmasıdır.
Reklam, firma ile tüketiciler arasındaki iletişim aracıdır. Kişiler arasındaki klasik iletişimde nasıl sözcükler, cümleler, jest ve mimikler gibi araçlar kullanılırsa firma ile tüketiciler arasındaki iletişimde de reklam, ilan, promosyon gibi araçlar kullanılmaktadır. Bir farkla ki firma ile tüketiciler arasındaki iletişimde, tarafların konum ve sıfatlarından kaynaklanan sebeplerle kural olarak ilk adımı firmalar atar ve firmaların iletişim tarzı –satış yapmaları gerektiği için- bir miktar zorlayıcı hatta baskıcı olabilmektedir. Masum reklamcılığın vahşi reklamcılığa dönüş hikayesi de bu noktada başlar.
Vahşi reklam, müşterinin zararına olan bir ürün ya da hizmeti sırf maddi menfaatler uğruna faydalı bir ürün ya da hizmetmiş gibi göstermektir. Bu yanıltma işlemini, işbirlikçi uzmanlara reklamda yer vermek, ısrarla geri bildirimler istemek ve reklamda rahatsız edici bir üslup kullanmak gibi yine etikle bağdaşmayan yan unsurlar besler.
Fırat ve Kömürcüoğlu’nun Braun-Latour gibi akademisyenlerden aktardığına göre; tüketicinin reklama maruz kaldıktan sonra reklamın tüketicinin inançlarında nasıl bir değişiklik meydana getirdiği ve reklamın bilinçsizce tüketici inançlarını değiştirebildiği görülmüştür. Bu tespit, çıkar çevrelerince çoğu zaman suistimal edilmektedir. Bu bağlamda vahri reklamcılığı bir tür reklam istismarı olarak da nitelendirebiliriz.
Örnekler üzerinden vahşi reklamcılığı daha iyi anlayabiliriz.
Aşağıdaki gazete küpürü, sipariş (ısmarlama) üzerine hazırlanmış bir haber formundadır ve vahşi reklamcılık taktiklerinin en geleneksel örneklerinden birini sergilemektedir. Reklamda sigara içmenin iddia edildiği gibi sağlığa zararlı değil faydalı olduğu ileri sürülüyor. “Uzun yaşamak isteyenler üzüntüden şeytan görmüş gibi kaçmalıdır. Böyle bir kovalamacada insanın bacaklarına en büyük kuvveti veren serum ancak sigaradır.” Deniyor. Haber (reklam) metninde ise kaynak olarak Amerikan doktorları gösteriliyor. Bu tür vahşi reklamlarda yalanı doğru göstermek, siyahı beyaz yapmak için daima parayla satın alınmış sözde uzmanların görüşüne yer verilir.
Böyle bir reklamın neticesinde sadece bir sigara firması değil tüm sigara firmaları (sigara sektörü) kazançlı çıkacaktır. O yüzden çoğu zaman ilgili firmalar kendi aralarında muvazaalı bir konsorsiyum kurarak bu tür vahşi reklamlara başvurabilmektedir.
Aşağıda başka bir sigara reklamı örneği verilmektedir. Bu sefer haber formunda değil, klasik reklam formunda bir tanıtımla karşı karşıyayız. Mealen: “Grimault Sigaraları; tıbbi otoriteleri tarafından astım ve bronşiyal sorun, saman nezlesi, larenjit ve hava yollarının tahrişinin derhal giderilmesi için önerilmektedir.” Yazılı bir metin görmekteyiz. Taktik yine aynıdır. Apaçık sağlığa zararlı olan, pis kokan, insanı öksürten ve parasını boşa harcatan bir ürün, sağlığa faydalıymış gibi anlatılarak sahtekârlık yapılmaktadır. Hiç şüphe yok ki sigara sektörü bu tarz reklamlarla serpilip büyümüş ve sigaralar insanların cebine mendil gibi, kalem gibi sıradan bir ürünmüş gibi girivermiş ve zamanla bu durum alışkanlığa dönüşmüştür
Aşağıda yine bir sigara reklamına yer vereceğim. Bu sefer daha başka bir formda vahşi reklam örneği göreceğiz. Her zaman basın araçlarına ilanlar vererek, adrese teslim tanıtımlar yaparak reklam yapılmaz. Sigara, alkol gibi tanıtım yönü riskli ve hassas ürünlerin reklamında öncelikli gaye, ürünü tüketicilere sıradanmış, normalmiş, günlük kullanımı mahzurlu değilmiş gibi göstermektir. Bunun için halkta karşılığı olan popüler kimselerin reklam yüzü yapılması sık rastlanılan bir taktiktir ama 1950’lilerde bu taktik daha usturuplu yollardan ortaya konuyordu.
Dean Martin ve Frank Sinatra, yakın zaman ABD müzik tarihine geçmiş iki çok popüler simadır. Ben şahsen şarkılarını hâlâ beğenerek dinlerim. Aşağıdaki görseli, 1957 yılında yayınşanan müzik ve şov ağırlıklı bir TV programından aldım. Gördüğünüz üzere her iki yıldızın elinde sigara, hatta önlerinde de birer küllük var. Program boyunca sigara içerek şarkı söylüyor, karşılıklı sohbet ediyorlar. Burada sigara figürü, hiç şüphesiz iyi kurgulanmış reklamdır. Kaldı ki Dean Martin’in şimdi arşivlik olmuş eski görüntülerini izlerken çoğu zaman bir elinde mikrofon diğer elinde sigara olduğunu göreceksiniz.
Hassas içerikli vahşi reklamcılıkta işlenen temalardan biri de özendirmedir. Popüler kişilerin kullanıldığı hemen her vahşi reklamda kesif bir özendirme temasının işlendiğini görürsünüz. Dean Martin ve Frank Sinatra’yı izleyerek kaç kişi sigaraya özendi, kaç kişi sigaraya başladı bilemeyiz ama sayının hiç de az olmadığı şüphesiz.
Aşağıda ise bir bira reklamına yer vereceğim. Yine XX. yüzyılın ikinci yarısından… En gözde ekmek kapısı olan ve otomasyon sistemleriyle seri üretime geçilerek fırtınalar koparan modern endüstri devrinde piyasada çok ürün vardı ama o zamanlar şimdiki gibi tüketim toplumu yoktu. Herkes ölçüp biçerek, parasını kuruşu kuruşuna hesap ederek harcama yapıyordu. Ürün çoktu ama çeşit azdı, ürün yelpazesi geniş değildi. Evvelemirde önemli olan tüketicinin ayağını pazara alıştırmak, sürekliliğini sağlamaktı.
Yukarıdaki sigara reklamları da endüstrinin gelişimine uyum göstermektedir. Her yerde tütün tarımı yapılıyor ve sigara fabrikaları kuruluyorsa bir şekilde tüketiciye ulaşarak onu sağlığa zararlı da olsa sigara denen ürüne alıştırmak gerekiyordu. İlk başlarda bu alıştırma, bir özendirme kisvesiyle oldu. Sonraki zamanlarda sigara içmek pretijmiş gibi gösterildi. Sigara içmeyenlerin dışlandığı, alaya alındığı hatta gerici/yobazmış gibi takdim edildiği zamanlar da oldu. Bira reklamları da bu kâbildendir. Aşağıdaki gazete küpürü formundaki reklamda: “Sadık Emmi ineğinden her gün 10 litre bira sağıyor. 1 Litre biranın besin değerinin yaklaşık 1 litre süte eşit olduğunu biliyor muydunuz? Sağlığınız için evi birasız bırakmayın.” Yazıyor. Yine görüldüğü üzere çok iddialı bir sağlık aldatmacıyla karşı karşıyayız. Alkolü süte eşdeğer göstermek, alkolü faydalı göstermekten ziyade apaçık yalanın, yüzsüzlüğün ve sahtekârlığın dibine vurmak değil de nedir.
Konuyu değiştirmek istiyorum. Sigara ya da alkol gerçekten sağlığa zararlı ve hatta kokuları bile tiksinti uyandırıcı ürünlerdir. Pekâlâ şekerli maddeler de neyin nesidir?
Aşağıdaki reklamda vatandaşa şekerli ve tatlı gıdalar yemesi öneriliyor. Metni aynen yazayım: “Bir dahiliye mütehassısı diyor ki: Şekeri ve bilhassa şekerli maddeleri her türlü hastaya tavsiye etmekten katiyyen ictinsp edilemez. Şimdiki tedavi usulleri tamamıyla değişmiştir. Kuvvetli bir perhiz yerine hastaya besleyici gıdalar vermek lazım geliyor. Bunların en başında da şüphesiz ki ekerli maddeler gelir. Ben gerek hasta gerek sağlam insana her zaman şeker ve tatlı yemelerini tavsiye ederim.”
Reklamda bu dahiliye mütehassının kim olduğu belirtilmemiş. Belki öyle biri yoktur da… Zira reklamcılıkta yalanın bini bir paradır. Ama bu sözleri sarfedecek bir mütehassıs bulmak da zor değildir. Mesleğini menfaati uğruna satan nice uzmanlara hem de profesör unvanlılara her gün TV ekranlarında boy boy rastlıyoruz. O konuda değişen bir şey yok. Ancak tüketicilerin özellikle şunu sorması gerekirdi: Reklamdaki dahiliye mütehassısı hem sağlıklı hem de hasta insanlara madem şeker ve tatlı önerdi, o hâlde sonuç ne oldu? Kim bilir kaç hasta bu vahşi şekerli gıda reklamı yüzünden tahtalı köyü boylamıştır, kim bilir kaç sağlam insanın sağlığı bozulmuştur. Gerçekten de akıl alır gibi değil ama vahşi reklamcılık işte tam olarak budur.
Nostaljiyi bırakıpgünümüze geliyorum. Aşağıdaki bardak, çok şirin ve masum görünüyor, değil mi? Oysaki gerçekler düşündüğünüz gibi değil.
2 Kasım 2020’de İzmir’de yıkıcı bir deprem olmuştu. Yıkılan Doğanlar Apartmanının enkazında kalan üç yaşındaki Elif, depremin üzerinden 65 saat geçmesne rağmen canlı olarak çıkarılmıştı. Elif enkazdan çıkarılırken itfaiyecinin elini sımsıkı tutmuş ve bu görüntü uzun süre toplumsal bir hassasiyet olarak gündemde kalmıştı. Bardakta yazan “Umudunu Asla Kaybetme” lafı, minik Elif’in hayata tutunmasına atıf yapan bir mottoya dönüşmüştü. Firmaların sanal dükkan açarak satış yapabildiği bir elektronik ticaret sitesinde, üzerinde bu mottonun yazılı olduğu kupa ve anahtarlık gibi ürünlerin satışa çıkarılması kamuoyunda büyük tepkiyle karşılandı. Gayet de haklı bir tepkidir. Duygu istismarı yaparak ürün pazarlanır mı? Hayır! Reklam bu istismarın neresinde diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Burada duygu (hayata tutunma) istismarının kendisi reklam, bardak da reklama araç olmuş. Ne olursa olsun sonuçta ürününüzün daha çok satılmasını veya farkındalık oluşmasını sağlayacak bir fikir varsa orada bir reklam var demektir ve bunun şeklini şemalini firmalar pek umursamaz. Tabii biz bu tür reklamları etik ya da normal karşılamayarak tasvip etmiyor, vahşi reklam kategorisinde değerlendiriyoruz.
Biraz daha yakın zamanlara geleyim. Bu sefer ülkesel bir reklam organizasyonuyla karşı karşıyayız.
Mâlum Covid-19 pandemisi onca tutarsızlığına rağmen makro ekonomilerden mikro ekonomilere değin insanlık alemini kırdı geçirdi. Sözde pandeminin darbe vurduğu sektörlerin başında turizm geliyordu. Kanunsuz seyahat yasakları nedeniyle bırakın ülkeler arası turizmi, iç turizm bile durma noktasına gelmişti. Ancak bu nevîden finansal sorunlar kronikleşme eğilimi gösterince pratik bir fikir olarak henüz faz (deneme) aşaması tamamlanmamış aşılara kurtarıcı gözüyle bakılmaya başlandı ve pandeminin derin sancılarını dindirmek için kurtuluş reçetesinin başına “aşı” yazıldı. Tabii kendi kendine gelin güvey olmanın anlamı yoktu. Turist adaylarına şu mesaj verilmeliydi: “Turizm sektöründekiler –bir Bilim Kurulu Üyesinin tabiriyle- kedi köpek gibi aşılandı, gönül rahatlığıyla gelip ülkemizde gezebilirsiniz, kendi vatandaşımız evinde kanunsuz şekilde ev hapsinde tutulurken yabancu turistler istedikleri gibi gezip tozabilir, maske gibi anlamsız tedbirlere uymak zorunda değildir, vur patlasın çal oynasın eğlenebilir…” Bu mesajı sembolize etmek için de Turizm Bakanlığı tarafından üzerinde “enjoy, i’m vaccinated” yani “keyfine bak, ben aşılıyım, seni ısırmam” yazan maskeler üretildi ve bu maskeleri takmış insan figirleri turistlerin gözlerine sokularcasına her yere yerleştirildi.
Doğal bir tepki olarak halk bu onursuz reklama tepki gösterdi. Bir milletin haysiyetiyle dalga geçen, onur gibi kavramını üç beş kuruş için ayaklar altına alan ve üstelik bunu tüm millet nezdinde genelleştiren bir reklamı kim hoşgörebilirdi ki! Yabancılar da insaniyet nâmına bu reklam fikrine tepki gösterip kendi basınlarında ağır eleştiriler getirince bizim yetkililer geri vites yapmak zorunda kaldı. İşte bu talihsiz olay, vahşi reklamcılığın ülkesel düzeyde de gerçekleşebileceğini göstermesi açısından reklam tarihine geçti.
Ülke yönetimlerinin kendi halkını aşağılamasından başka halkları aşağılaması örneğine geçebiliriz. Irkçılık maalesef vahşi Batıda alabildiğine devam eden bir realitedir. Aşağıdaki vahşi reklamcılık örneği İsveç’ten…
İsveç’in hazır giyim markası H&M’nin internet sitesindeki bir manken çocuk ve giydiği tişörtün üzerindeki yazı, bizim aşı reklamımız gibi uluslararası arenada büyük tepki çekti. Konu mankeni zenci çocuk tarafından sergilenen kıyafetin üzerinde “Coolest Monkey in the Jungle” yani “Ormandaki En Havalı Maymun” yazıyordu. İsveçli firma Zencileri, üstelik de bir çocuğu, müşterilerine maymun olarak takdim ediyordu. Tabiatıyla bu cüret İsveçli şirketin ırkçılık suçlamalarına maruz kalmasına neden oldu. Relamda vahşet, bazen de böyle bir ırkı aşağılayarak olabilmektedir.
Bir de abartı mevzu var. Abartının her türlüsü yalandır ama dozunda abartılar her zaman tolere edilmektedir. Ne var ki bazen tolere sınırlarının aşıldığı da olmaktadır. Aşağıdaki reklamda Maybelline markasının The Eraser ürünü tanıtılmaktadır. Ancak bir süre sonra söz konusu reklam yasaklandı. Yasaklamanın gerekçesi ise aşırılığa kaçılmış olmasıydı. Görsele baktığımız zaman ürünün cildi derinlemesine soyup tertemiz yaptığı anlatılmaktadır. Oysaki hiçbir ürünün böyle bir etkisi yoktur. Müşteriyi yanıltmak etik değildir ve bu tür reklamlar da vahşi reklamcılık örneğidir.
Şunu da belirtmeden geçmek istemem ki aynı reklam bizde olsaydı ne bir yasaklama olurdu ne de bir eleştiri gelirdi. Reklam etiği konusunda standartları yükseltmemiz; ama daha da önemlisi dikkat edilir, uyulabilir, uygulanabilir hâle getirmemiz gerekiyor.
Reklamda vahşet deyince epey geniş bir yelpazeden bahsetmemiz gerekiyor. Çünkü insan aklı her an yeni bir hinlik düşünüyor. Aşağıdaki reklam ise korku unsuru taşıdığı için bir vahşi reklamcılık örneği. Lütfen dikkatle inceler misiniz?
Doğrusu ilgi çekici bir reklam yöntemi. Sözüm ona Burger King’in gece saat 4’e kadar açık olduğunu anlatıyormuş. Ancak sırf daha faza dikkat çekmesi ve akılda kalması için ürkütücü bir karakter kullanılmış. Neymiş, Burger King, Dubai’de her gece 4′e kadar açıkmış! Bir defa çocukların hassasiyeti hiç gözetilmemiş. Müşterilerinin önemli bir kısmı çocuklar olan bir firmanın özellikle çocuklar yönünden hassasiyet göstermesi beklenirdi ancak tam aksine çocukların korkularını istismar eden bir yönteme başvurulmuş.
Aşağıdaki vahşi reklamda da benzer unsurlar kullanılmış: Şiddet ve dehşet! Angelina Jolie'nin yer aldığı Wanted filminin afişi, aşırı şiddet içerdiği gerekçesiyle yasaklandı. Oysaki sadece tabancalı bir kadın ve tabancalı bir adam görünüyor. Yine altını çizerek belirtmek isterim ki aynı reklam bizde gâyet normal karşılanır ve herhangi bir yasağa uğramazdı! Bir karede tabancalar ve ateş eden bir figür varsa ve bu kare bir sinema filminin gerçek konusunu yansıtıyor olsa bile neticede şiddet unsuru taşıdığı için etik sınırlar aşılmıştır.
Fazla abartının reklamcılıkta hoşgörülmediğini zira yanıltma unsuru taşıdığını söylemiştim. Yanıltma unsuru her zaman abartarak değil bazen doğrudan aldatarak, yalan söyleyerek veya kasten ayıplı ürün satarak da olabilmektedir.
Yurdum insanının en muzdarip olduğu reklamların başında hiç şüphesiz yalan dolan tanıtımların olduğu reklamlar gelmektedir. Bu tür etik dışı girişimler bazen bir deterjan reklamı, bazen bir ilaç reklamı, bazen de gıda reklamı olarak karşımıza çıkabilmektedir.
Bu konudaki yüzlerce reklamdan en çok akıllarda kalan ve en çok tepki çeken bir tanesini özellikle paylaşmak istiyoeum. “Beş kilo bal 100 Liraya” sloganını duymayanınız yoktur. Slogan sahibi vatandaş hakkında dolandıcılıktan soruşturma açılmıştı. Çünkü gerçek balın bir kilosu zaten 100 Lira civarında. Halk sağlığını da tehdit eden bu aldatmaca, muhtemelen satıcısına büyük paralar kazandırmıştır ama muhterem şahıs aceba o paraları ağız tadıyla yiyebilmiş midir!
Benim naçizane önerim bu türden halk sağlığını tehdit eden reklamlar için bir tür otokontrol mekanizması geliştirip yetkilendirilecek mercinin herhangi bir şikayet gerekmeksizin harekete geçmesi ve aldatma söz konusu ise re’sen bağlayıcı ve cezalandırıcı kararlar alıp derhal yürürlüğe koyabilmesidir.
Vahşi reklamcılık bazen de cinsiyetçilik unsuruyla karşımıza çıkabilmektedir. Cinsiyetçilik, hiç şüphesiz ırkçılık kadar ya da kendi milletini aşağılamak kadar insaniyete yakışmayan, vicdanları sızlatan bir hastalıktır. Neyse ki günümüzde kadın hakları temelli sivil toplum örgütlerinin toplumsal baskısıyla kadın aleyhtarı söylemler ve görseller asgarî seviyeye inmiş olsa da hâlâ birtakım kırıntılara rastlanmaktadır.
Aşağıdaki vahşi reklam 1960’ların reklam zihniyetini yansıtması açısından da önemlidir. Basit çizimler ve basit yazımlar ama herzamanki gibi iddialı bir mesaj görmekteyiz. Bir kravat firmasına ait olduğu anlaşılan reklam karesinde erkeğinin önünde diz çökmüş ve ona kahvaltı tabağı sunan bir kadın görüyoruz. Erkeğin yatakta neden kravatlı olduğu belli değil ama ona kahvaltısını sunan kadının yere diz çökmüş hâli, reklam yayınlandığı zaman bir hayli tepki çekmiş. Reklamdaki mesaja göre kadının bu ezilmiş hâlinin sebebi güya erkeğin boynundaki kravatmış. Van Heusen kravatları iyi sattı mı bilemem ama bu reklamdan sonra eminim hiçbir kadın bir erkeğe bu marka kravattan hediye etmemiştir.
Batı esintilerinden uaklaşıp tekrar yurdumuza dönüyorum. Doğrusu hiçbir ülkede Türkiye’deki kadar vahşi reklam örneğine rastlayabileceğimizi düşünmüyorum. İnsanımızın pratik zekası çok satış yapma açgözlülüğü ile birleşince ortaya enteresan örnekler çıkıyor. Aşağıdaki reklam bir giyim markasına ait. Gelen geçen müşterinin dikkatini çekmek için mağazanın vitrin camına “her şeyi indirdik, sizi bekliyoruz” yazılmış. İlk başta doğal olarak insanın aklına fiyatlar gelmesi gerekir ancak vitrinde sergilenen ve her birinde aşağı sıyrılmış pantolonlar bulunan mankenleri görünce insanın aklına hâliyle başka şeyler geliyor. Görünen o ki pantolonları indirmişsiniz, pekâlâ neden bizi bekliyorsunuz? Hiç sevimli olmayan, son derece antipatik bir reklam fikri… Hâl böyle olunca bambaşka bir vahşi reklam örneğiyle karşılaşıyoruz. Bu sefer kıstas aldığımız unsur: Terbiye!
Aşağıdaki reklam da aynı mantalite ile kurgulanmış; üstelik bu sefer ünlü bir erkek hazır giyim markasın vitrinini görüyoruz. Vitrin camında en kocaman harflerle “Pantoloları İndirdik Sizi Bekliyoruz” yazıyor. Bu reklamda her şeyden değil belli bir şeyden bahsediliyor, biraz insaf edilmiş. Hatta doğrudan pantolon indirmekten bahsedilse de vitrinde sergilenen ve üzerinde aşağı indirilmiş pantolonlar bulunan mankenler göremiyoruz. Demek ki marka değeri yükseldikçe terbiye hassasiyeti de artıyor. Yine de her şeye rağmen “pantolonları indirdik” ibaresi hiç de hoş olmayan, fiyat indiriminden ziyade fütursuz bir nobranlık ortaya koyan, çirkin bir mesaj veriyor.
Vahşi reklam örnekleri hiç şüphesiz oldukça fazladır. Zira insan aklının sınırlarını tahmin etmek oldukça zordur. Medya ve iletişim etiğinin inceleme sahasına da giren bu reklam anlayışının örnekleri genel itibarıyla yazımda değinmeye çalıştığım unsurlardan birini konu alarak karşımıza çıksa da son zamanlarda yeni nesil bir vahşi reklamcılık örneği peydahlanmıştır.
Sürekli bildirim görerek müşteriyi bunaltmak… Müşteriyi uygulama indirdiğine veya bir tuşa tıkkladığına pişman etmek… Sanırım çoğumuzun başına geliyordur. Reklamın tüketici karşısına çıkma sıklığının bezdirici periyotlarda olması gerçek bir vahşettir. Nihayetinde biz insanların zamanı kısıtlıdır ve değerlidir ve tüm zamanımızı firmaların ürün ve hizmetlerini didikleyerek geçiremeyiz. Oysaki firmalar reklam üstüne reklam terörü estirerek insanları esir almaya çalışıyor. Hâliyle bu tür girişimler de çoğu zaman tepkiyle karşılanıp firmalar açısından aksi sonuçlar doğuruyor. Bir reklamı bildirim olarak veya görsel yollardan çok sık görmek, belki tüketici zihninde markanın ismen yer edinmesini sağlayabilir ancak bu taktik günümüzde o kadar abartılmaktadır ki bilinçlenen tüketiciler, söz konusu istilacı firmaları zihinlerinde olumsuz algılarla eşleştirerek firmanın ürün ve hizmetlerine rağbet edecekleri varsa da etmemektedirler. X ve Y kuşağı hemen hatırlayacaktır; bir zamanlar haber programları kesintisiz tamamlanır, araya reklam alınmazdı. Sonrasında ana haber bülteni ile hava durumu ve spor bültenleri arasına reklam alınmaya başlandı. Doğrusu bu gelişme izleyiciler nezdinde pek şikayete konu olmadı. Hatta o dönemde reklamlar ilgi ve merakla izlendi. Daha sonrasında, televole haberciliğinin seviyeli haberciliğin yerini almaya başladığı zamanlarda, haber programlarının arasına da reklamlar serpiştirilmeye başlandı. Bu esnada izleyicilerden ilk defa homurdanmalar duyuldu. Firmalar ve medya kuruluşları bu homurdanmalara aldırmadı ve günümüzde gelinen tablo itibarıyla reklamların ve reklam aralarının sadece gösterilme sıklığı artmadı, gösterim uzunluğu da arttı. Artık üç saat süren bir Türk dizisinin yaklaşık bir saati reklam dayatmasıyla geçiyor. Bir zamanların demirbaş programları olan haberlere de kimse eskisi kadar ehemmiyet vermiyor. Gerçi postmodern çağda haberciliğin bir medya yayını ve iletişim faaliyeti olmaktan çıkıp bir reklamcılık faaliyetine dönüştüğünü de görmek gerekir.
İşte böyledir vahşi reklamcılık… Kimi zaman yalana dolana batmış pespaye bir aldatma operasyonu, kimi zaman da birilerini aşağılayarak kendini şirinleştirme çabası şeklinde karşımıza çıkarlar. Ne şekilde çıkarlarsa çıksınlar içinde insan vicdanını sızlatan unsurlar barındıran ya da akla, mantığa, kalbe aykırı mesajlar ihtiva eden reklamlar vahşi reklamdır. Vahşi reklamları normal reklammış gibi hiç utanıp sıkılmadan toplumun karşısına çıkarmak ise vahşi reklamcılıktır.
Vahşet güzel bir şey midir? Elbette hayır! O hâlde vahşi reklamcılığı da hayır!
Harika bir yazı