“Ezber bozmak” deyimini günlük yaşantımda sıkça kullanan biriyim ancak Thomas L. Friedman’ın Geciktiğin İçin Teşekkür Ederim (Thank You for Your Being Late: An Optimist’s Guide to Thriving in the Age of Accelerations) adlı eserini okuduğumda söz konusu deyimi çok da yerinde kullanamadığımı fark ettim. Zira şimdiye değin ezber bozmaktan kast ettiklerim başkalarının doğru bildiği yanlışları kendimce doğrulamaktı. Ne var ki asıl ezber bozmak, yaşamın olanca koşturmacası içinde faydası meçhul amaçların hatta kıymeti kendinden menkul kimselerin ardına düşüp giderken “acaba doğru istikamette miyim” sorusunu insanın kendisine sorup alternatif yolları yeterince irdelemediği için neler kaçırdığını sorgulaması imiş.
Friedman’ın eserini okuduğumda yaşam kaygıları arasında sürmenaj olduğumu, çok sağlıklı düşünebilen ve özgür hareket edebilen biri olmadığımı hissettim. Çünkü Friedman, teknolojiyi yakalamak veya teknolojiye ayak uydurmak uğruna birçok insanî duygudan hatta ihtiyaçtan vazgeçtiğimizi, sosyal değerlerimizi nasıl kaybettiğimizi gözler önüne seriyor. Kitabın başlangıcında anlatılan ve teknolojinin yükseliş trendiyle ileri teknolojik ürünlerin fiyatlarının yükseliş trendi arasında benzerlik ya da matematiksel bir denklem bulunmadığı iddiasını ortaya koyan Moore Kanunu’nun ne kadar isabetli olduğuna dâir somut örneklerle çarpıcı açıklamalar var. Örneğin Friedman’ın “üretken tasarım” diye adlandırdığı teknoloji konsepti ile Türkiye merkezli New Media Inc. şirketinin kıt kaynaklarla uluslararası arenada ne denli başarılı bir iş çıkardığı belirtilmektedir. Yazar, eserinin tamamında, içinde bulunduğumuz ve her gün kendini biraz daha yenileyen ileri teknoloji çağından “hızlanma çağı” diye bahsediyor. Öyle bir çağ yaşıyoruz ki her şeyi daha hızlı yapmamız gerekiyor; yemek yerken, ütü yaparken, çalışırken hatta video izlerken bile zamanı mümkün mertebe öne geçirmek istiyoruz. Ne var ki bunu ne için yaptığımızı bilmiyoruz. Çünkü esasen bizi hızlandıran ve sürmenaj eden bir sürecin içindeyiz. Bizi hızlandıranların amacı ise gerçekte küresel tüketim toplumunun birer ferdi olarak bize sunulan küresel ürünlerden daha çok tüketmemizin sağlanması. Ne var ki bizi hızlandıranlar bir taraftan da gezegende kaos meydana getiriyorlar. İşin üzücü tarafı ise küresel yaşamın git gide kaosa dönüşmesine rağmen bunda sorumluluğu olanların sonuçları hiç önemsememesi hatta istiyor görünmesidir. Bir insanın kaldırabileceğinden ketbekat hızlı ilerleyen ve tüm yaşantımızı işgal eden teknoloji nedeniyle mevcut kaotik düzenin kontrolsüz bir hâl alması ve uygarlığın bir anda gerilemeye başlaması da ihtimaller dahilinde bulunuyor. Yazar, hızlanma çağını yaşayan insanların istikrarsız şekilde birbirlerine ve doğaya karşı yabancılaştığını vurguluyor. Yazara göre bu olumsuz gidişi durdurmak için bir altın formül bulunuyor. Dov Seidman’a atıf yaparak aktarılan söz konusu formüle göre sürdürülebilir değerler olan dürüstlük, alçakgönüllülük, güvenilirlik ve karşılıklı saygı kavramlarını ayakta tutmaktan başka seçeneğimiz bulunmamaktadır.
Yazar, çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği Minnesota şehrine yabancılaştığını yine çarpıcı bir örnek olarak ortaya koyarken sadece teknoloji ile değil tabiat anayla, dostlarımızla, işimizle ve hayallerimizle barışık yaşadığımız zaman yabancılaşma girdabından kurtulabileceğimizi dile getirmektedir. Neticede teknolojiyle daima barışık ve uyumlu olacağız diye bir zorunluluğumuz bulunmadığının da altını çizmektedir.
Altını çizerek belirteyim ki kitabın anateması olan Moore Kanunu’nun Türkiye’de geçersiz olduğunu düşünüyorum. Çünkü teknolojik gelişmenin Türkiye’deki seyri, altyapısı ve yayılımı ile ABD gibi gelişmiş ülkelerin teknolojik düzeyi arasında büyük farklar bulunmaktadır. Yazarın Moore Kanunu çerçevesinde ele aldığı üretken tasarım, tabiat anayla barışık hızlanma, insan tabiatına uygun yapay zekanın normalleştirilmesi gibi yaklaşımları kabul edebilmek için her şeyden önce internetin ülkemizde kırdan kente, küçükten büyüğe yaygınlaşması, mevcut vahşi reklamcılık ya da yavaş bağlanma hızı gibi olumsuzlukların minimize edilmesi ve hepsinden önemlisi istihdam politikasının yeni teknolojik gelişmelere göre programlanması gerekir. Ancak bütün bunlar en azından kısa vadede olanaksız görünmektedir.
Yine yazarın Moore Kanunu çerçevesinde ileri sürdüğü “piyasaya yeni sürülen ileri teknolojik ürün ve hizmetler sanıldığının aksine çok pahalı değil, herkesin ulaşabileceği ölçüde makul fiyatlarda olmaktadır” tezini kabul etmek de mümkün değildir. Zira ülkemizde, vergi gibi dışsallıklar nedeniyle ileri teknolojik ürünler çok pahalı olmakta ve herkes kolayca ulaşamamaktadır.
Yazar kitabında ileri teknolojiyi fırsata dönüştürmek bağlamında teknoloji ile barışık bir “hayat boyu öğrenme” perspektifi çizmektedir. Bu fikir ilk bakışta akla yatkın ve kulağa hoş gelse de Türkiye gibi ülkelerde eğitim standardizasyonu (herkes için kaliteli eğitim, yüksek entelektüel düzey) bulunmadığı için teknoloji ile barışık hayat boyu öğrenme mümkün değildir. Öncelikle temel/doğal hayat boyu öğrenme safhasını geçmemiz gerekmektedir. Ebeveynle çocuklar arasında kuşak çatışmasının yaşandığı mevcut zaman dilimini atlattıktan sonra ve de en önemlisi teknolojiye erişimi tüm ülkede eşit ve ucuz şekilde yaydıktan sonra teknoloji ile barışık hayat boyu öğrenmeyi konuşabiliriz.