Tanım olarak insan hakları, özündeki hak, eşitlik ve hürriyet ruhundan aldığı güçle etnik köken, inanç veya toplumsal grup gibi aidiyet ilişkilerine takılmadan ve pozitif ya da negatif ayrımcılık yapılmadan herkese eşit haklar tanınması anlamına gelmektedir. İletişim hakkı da temel bir insan hakkıdır. Zira iletişim; insanoğlu sosyal bir varlık olduğu için insani bir ihtiyaçtır. Günümüz dijital çağının esasında dijitalizm tabanlı bir iletişim ve enformasyon furyasına dönüştüğü göz önünde tutulduğunda iletişim hakkının gitgide önem kazanacağı tartışmasızdır. Bununla birlikte mevcut iletişim özgürlüğünü elde edebilmek kolay olmamış, büyük badireler atlatmak, büyük mücadeleler vermek gerekmiştir. Zira tüm temel insan haklarının ortaya çıkışında böyle mücadele dolu bir gelişim sürecini göğüslemek gerekmiştir.
İletişim hakkı, sadece spesifik bir hakkı değil bir haklar paketini ifade etmektedir. Bu hak paketi; toplumdaki tüm fertlerin hayatlarını iyileştirmeyi amaçlamakla birlikte her zeminde bireysel ve toplu olarak kendilerini ifade etmelerini sağlayan haklardır. İletişim hakkı denen haklar paketi; toplumda tam katılım, erişim ve kültürel çeşitlilik, medya özgürlüğü, geleneksel iletişim araçlarının korunması, haber alma hürriyeti, basın hürriyeti, dilekçe hakkı ve ifade özgürlüğü gibi geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. İletişim araçlarının baş döndürücü bir ivmeyle çeşitlenmesi ve gelişmesi, iletişim hakkını diğer haklardan kalın bir çizgiyle ayırmaktadır. Çünkü bu sebeple iletişim hakkını duruma, zamana ve şartlara göre her an yeniden yorumlamak gerekmektedir.
Hakları tarif etmek kadar erişilebilir kılmak ve taviz vermeden uygulamak da önemlidir. İletişim hakkı da bu bağlamda çok defa tartışma konusu olmakta ve siyasi otoriteyle ister istemez çatışmaya girebilmektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse bir ülkede iletişim haklarının güçlendirilmesi, o ülkedeki demokrasi kültürünü pekiştirir ve ülkede hukuka olan güveni arttırır. Doğal olarak insan hakları ile demokrasi arasında güçlü bir bağ vardır ancak insan hakları konusuna parantez açmak gerekirse iletişim hakları ilk sırayı alır. Nitekim Callamard’a göre eşitlik olmadan ifade hürriyeti olmayacağı gibi ifade hürriyeti olmadan da eşitlik sağlanamaz. Eşitlik ise tüm modern dünyada Anayasal temek haklardan biridir.
Sancar’a göre bir insan hakkı, bir insan hakkı olarak tanınmadan önce, “hukuk öncesi oluşum süreci” ya da “norm öncesi durumdan norm aşamasına geçiş süreci” diye adlandırılabilecek bir süreçten geçer. İletişim hakkının hukuk sahnesine çıkışı, ilk defa 10 Aralık 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 19. maddesi ile olmuştur. Maddede şöyle denmektedir: “Herkesin kanaat ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, müdahale olmaksızın kanaat taşıma ve herhangi bir yoldan ve ülke sınırlarını gözetmeksizin bilgi ve fikirlere ulaşmaya çalışma, onları edinme ve yayma serbestliğini de kapsar.”
Sancar’ın görüşünü de baz alarak 10 Aralık 1948 tarihinin iletişim hakkı için hukuk öncesi oluşum süreci ya da norm öncesi durumdan norm aşamasına geçiş süreci diye nitelendirmek doğru olacaktır. Bu itibarla 1850’den 1948’e kadar olan süreç, iletişim hakkının sosyal temellerinin atıldığı dönemdir.
1948’e kadarki dönem, iletişim hakkının gelişimi yönünden esas itibarıyla berrak bir tablo sunmamaktadır. Osmanlı İmparatorluğuna matbaanın geç gelmesi, iletişim hakkının topraklarımızda gelişimini geciktirmiştir. Zira yazılı materyaller, iletişim hakkını kullanabilmenin en klasik ve etkili araçlarıdır. Osmanlının 1864 ve 1871 yıllarında yürürlüğe koyduğu vilayet nizamnameleriyle eyalet sisteminden vilayet sistemine geçilmiştir. Bunun sonucu olarak vilayetlerdeki basılı malzemelerin karşılanması ihtiyacı doğmuş ve akabinde matbaalar hızla yaygınlaşmıştır. Bu tarihlerden sonra gazetecilik hızla gelişmiştir.
Öte yandan yerel ve küresel ölçekte ilk etkili iletişim aracı olan telgrafın gelişimi XVIII. Yüzyılın ilk yarısına tekabül etmektedir. Ancak telgrafın hem Avrupa’da hem de Osmanlıda yaygınlaşması, 1856 yılındaki Kırım Savaşı’ndan sonraya kalmıştır. Savaş ortamında mümkün mertebe en hızlı ve en korunaklı iletişim kurma ihtiyacının belirmesiyle telgrafa olan ilgi artmış ve yüzyılın sonuna doğru bütün imparatorluklar baştan başa telefon direkleriyle donatılmıştır.
Telgraf, iletişim ihtiyacını önemli ölçüde karşılayan devrim niteliğinde bir iletişim aracı iken keşfedilen telefonla iletişim dünyasında yeni bir heyecan yaşanmış, buna paralel olarak medeni dünyada da endüstri devrimine yaraşır bir hareketlilik baş göstermiştir. Telgraf gibi yazılı değil sözlü bir iletişim aracı olan telefon, iletişimin hızını arttırınca insanların haberleşmesi çok kolaylaşmış ve nihayetinde haberleşme hakkı ve hürriyeti konuşulmaya başlanmıştır. İletişim tarihine geçen ilk sansür örnekleri de telgrafın yasaklanması, telgraf ve telefon hatlarının kesilmesi veya ilkel metotlarla telefonların dinlenmesi gibi zamanın hukuk ve siyaset alemiyle çatışan ama pek de başarılı olamayan vakıalar olmuştur.
Telgraf ve telefondaki gelişmelere rağmen Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde gazetecilik en ciddi iletişim, etkileşim, haberleşme ve enformasyon aracı olma özelliğini korumuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın tahribatıyla sayıları azalan yerel gazeteler, milli mücadele yıllarında Kuvva-i Milliye’ye destek verme amacıyla tekrar çoğalarak önem kazanmıştır. Alınan kararları yayınlamak, halkla paylaşmak veya birtakım ilanlar vermek için gazetelere büyük ihtiyaç olmuştur.
Milli mücadele yıllarında edinilen gazetecilik tecrübesi, Cumhuriyetin 29 Ekim 1923’de ilan edilmesinden sonra gazeteciliğin kurumsallaşmasına büyük katkı sağlamıştır. Ancak bu süreçte mütareke basını diye de bilinen ve düşman devletleri destekleyen gazeteler ile Cumhuriyetin ilkelerini ve yeni yönetimi desteklemeyen gazeteler Takrir-i Sükûn Kanunu’nun da çıkarılmasıyla yayın hayatını sona erdirmiş, gazete sayılarında tekrar düşüş yaşanmış, sorumlular yargılanmıştır.
Cumhuriyet Döneminin iletişim hakkına doğrudan temas eden gelişmelerin başında 1 Kasım 1928 tarihli Harf Devrimi gelmektedir. Latin harflerinin kabul edilmesiyle okuma yazma bilenlerin oranı hızla artmış, eğitim ve öğretim kurumlarına, tahsile ilgi artmış ve yazılı materyallerde de büyük bir artış gözlenmiştir. Doğal olarak bu sayede haberleşme hürriyetinin farkındalığı artmış, enformasyonun önemi daha iyi anlaşılmıştır.
Bu tarihlerde dünyada ise önce radyo ve ardından televizyon çalışmalarına başlanmaktaydı. 1926’da Sovyetler Birliği’nin Romanya’ya yönelik yapığı propaganda yayını ile başlayan ilk sınır ötesi radyo yayınları İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, sırasında ve soğuk savaş döneminde güçlenerek devam etmiştir. 1926’da John Logie Baird tarafından icat edilen televizyon da biraz geriden gelse de ABD başta olmak üzere önce Batı dünyasında ve sonrasında tüm dünyada hızla yayılmaya başlamıştır. Anlık iletişim imkanı veren televizyon yayıncılığı, aynı zamanda kitle iletişimine geçişimin habercisiydi. Kitle iletişimi; iletişim kavramını etkileşim anlamına yaklaştırırken etkileşimin egemen olduğu modern toplumsal yapıda propaganda, kara propaganda, dezenformasyon (bilgi kirliliği) ve algı operasyonları gibi iletişim hakkına yeni konu başlıkları eklenmiştir. Sonuç itibarıyla iletişim hakkının literatüre girmesinde kitle iletişim araçları oldukça büyük rol oynamıştır.
Çevre hakkı, kent hakkı, enerji hakkı, dayanışma hakkı, cayma hakkı, barış hakkı gibi yeni kuşak insan haklarının hukuk literatürüne girmesi II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle olmuştur. Büyük bir yıkıma uğrayan dünya yeni baştan kurulurken uluslararası hukuka ilişkin ilk adımlar da atılmıştır. 1969 yılında Birleşmiş Milletler’de görevli Jean d’Arcy, “right to communicate” kavramını önererek iletişim hakkı kavramının ilk somut adımını atmıştır. D’Arcy, 10 Aralık 1948’de deklare edilen Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesinin 19. maddesindeki enformasyon hakkına atıf yaparak bir iletişim hakkı konsepti geliştirmiştir.
İletişim hakkının tarifini yapmak ve çerçevesini belirlemek bağlamında ilk çalışma, 1973 yılında Uluslararası İletişim Enstitüsü bünyesinde yapılmıştır. 1974 yılında ise UNESCO bünyesinde gerçekleştirilen Yeni Uluslararası Enformasyon ve İletişim Düzeni çalışma grubunda iletişim hakkına ilişkin oldukça yapıcı tartışmalara tanıklık edilmiştir.
İletişim hakkının yakın dönem gelişimini anlayabilmek için 1970’lerdeki Bağlantısızlar Hareketine mercek tutmak gerekmektedir. Bağlantısızlar Hareketi, 1960’lı ve 1970’li yıllarda çoğunluğu bağımsızlıklarını yeni kazanmış ama siyasi güçleri sınırlı devletlerin, iki kutupu Soğuk Savaş konjonktürü dışında gelişimlerini sağlama amacıyla ve bir nevî sömürgecilik sonrası dayanışma güdüsüyle ortak hareket etmeleri ve takılan isimdir. Bağlantısızlar Hareketinde organize olan ülkeler, uluslararası haber akışında Batılı ülkelerin hegemonyasına karşı kendi haber ajanslarını kurma taleplerini ilk defa 1973 yılında Cezayir’deki bir toplantıda dile getirmişlerdir. Bu girişim, 1976 yılındaki Hindistan toplantısında olumlu neticelenerek gerçeğe dönüşmüştür. Yine 1976 yılında Kenya’da toplanan 19. UNESCO Genel Kurulunda örgütün Genel Sekreteri Amadou-Mahtar M’Bow, bağlantısızların iletişim hakkı çerçevesindeki dengesizliklerden kötü etkilendiğini ve bu tablonun düzeltilmesi gerektiğini beyan etmiştir. Bu minvalde İrlandalı diplomat Sean MacBride başkanlığını yaptığı uluslararası bir komisyon kurulmuş ve komisyona MacBride Komisyonu denmiştir. Komisyonun 1980 yılında sunduğu “Birçok Ses, Tek Bir Dünya” (Many Voices,One World) başlıklı rapor, ABD gibi iletişim alanında küresel hegemonya peşindeki ülkelerin tehdidi nedeniyle istenen ölçüde eşit ve adil şartlar sunamamış olsa da küresel iletişim hakkının elde edilmesinde bir kilometre taşı olmuştur.
Birçok Ses, Tek Bir Dünya Raporunda, iletişimin demokratikleştirilmesi kapsamında, iletişim hakkının modern anlamına yakın üç temel öneriye değinilmiştir. Bunlar; tüm kitle iletişim araçlarının gerek bireysel gerekse toplumsal insan haklarının tesisine katkıda bulunmasını sağlanması, iletişim araçlarının insanların ve özellikle ezilen toplumların barış ve eşitlik içinde yaşama hakkının tesisine sunulması ve iletişim hakkının haberleşme hürriyetini kapsayacak şekilde genişletilmesi ve genelleştirilmesidir.
1984 yılında ABD’nin ve 1985 yılında Britanya ile Singapur’un UNESCO’dan çekilmesiyle kuruluşun bütçesi zayıflamış ve iletişim hakkına ilişkin çalışmaları etkisizleşmiştir. Ne var ki 1980’lerin sonunda Soğuk Savaşın sona ermesiyle iki kutuplu dünya tarihe gömülmüş ve üçüncü dünya ülkeleri ile diğer ülkeler arasında iletişim hakkının algısına ve tatbikine ilişkin bir ayrım hemen hemen hiç kalmamıştır.
Yüzyıl sonunda neoliberalizmin iyiden iyiye hissedilen etkisi ve yeni dünya düzeni projesine giden yolda küreselleşmenin gerçekleştirilmesi gayretleri çerçevesinde iletişim hakkı, tüm ülkeler ve insanlar için eşit ve erişilebilir bir insan hakkı kimliğine kavuşmuştur. Teoride bu düzeye erişilmiş olsa da iletişim hakkının pratik yansımaları açısından elbette zaman zaman birtakım sorunlar yaşanabilmektedir.
Bu süreçte Türkiye, iki kutuplu dünyanın ABD eksenindeki ülke olarak biraz gecikmeyle de olsa birçok gelişmenin içinde yer almıştır. Türkiye’de ilk televizyon yayını çalışmasına, 1952 yılında İTÜ Elektrik Fakültesi Yüksek Frekans Tekniği Kürsüsünde başlanmış ve ilk yayın 1968 yılında gerçekleşmiştir. 1968’den yüzyılın sonuna kadarki dönemde televizyon kanalı sayısı hızla artmış, başlangıçta Devlet merkezli olan kitle iletişim hizmeti özel sektör ağırlıklı bir faaliyete dönüşmeye başlamıştır. Bu süreçte gazete, dergi gibi yazılı iletişim araçları eski popülaritesini kaybetmiş, televizyon haberciliği ön plana çıkmıştır.
Soğuk savaşın sona ermesiyle insanlar ve toplumlar arası iletişim özgürlüğü furyası esmeye başlamış ve iletişim hakkı, kısaca totaliter düzene baş kaldırış anlamına gelen barış hakkının kardeşi olmuştur. Zira sağlıklı iletişim olmadan barış ve huzurdan bahsedilemez.
İnsan, sosyal bir varlık olduğuna göre sosyal etkileşim olmadığı sürece varoluş gayesinden sapacak ve mutsuz olacaktır. Her insan, barış ve huzur ortamında yaşamak ve ihtiyaçlarını gidermek için bir başkasıyla irtibat kurmak ister. Gerçik’e göre sosyal ilişki, insanın ihtiyaçlarını karşılamak ve varlığını sürdürmek amacıyla, insanlarla etkileşime girmesi sonucunda oluşan bağdır. Toplumsal bağlar ne kadar sağlıklı kurulursa toplumsal yapılar da o denli güçlü olur.
Toplumun en küçük birimi olan aile müessesesine bakıldığında, günümüz şartlarında yaşanan aile içi basit iletişim kopukluğu nedeniyle ailelerin mutlu olamadığı görülecektir. İletişim araçlarının çok yaygın ve aktif olması, iletişim hakkının en iyi şekilde sağlandığı anlamına gelmez. İletişim hakkı, insanların mutluluğuna hizmet ediyorsa, huzuruna katkıda bulunuyorsa anlamlıdır. Bu sebeple güçlü bir iletişim, illa ileri teknolojik cihazlar kullanmak demek değildir; güçlü iletişim, toplumsal etkileşimi en sağlıklı şekilde sağlamak demektir.