Elime Prof. Dr. Suat Cebeci’nin kaleme aldığı “Öğrenme ve Öğretme Süreçlerinde Dinî İletişim” diye bir kitap geçti. Sizler için inceledim.
Her ne kadar eserin adında konunun öğrenme ve öğretme yönleri vurgulanmış olsa da genel itibarıyla dini öğrenme ve dini öğretme veçheleri üzerinden dinî hayatta iletişimin nasıl olması gerektiği anlatılmış. Dolayısıyla bence eserin adı sadece Dinî İletişim olabilirdi.
Bildiğiniz üzere Türkiye’deki akademik çalışmaların sıkıcı dilinden ve neticeden ziyade haticeye odaklanıp laf kalabalıklığı yapmalarından sıklıkla şikâyetçi oluyorum. Yine benzer bir durumla karşılaştım. Adı geçen eserde bol bol literatür ve terminoloji edebiyatı parçalanırken asıl önemli hususların yanından bile geçilmemiş. Tabii artık böyle şeylere hiç şaşırmıyorum.
Bir yandan eser incelemesi yaparken bir yandan da eksik ya da yanlış gördüğüm hususları dile getirmeye çalışacağım.
Eserde dinî iletişimin kaynaklarının güvenilir ve inanılır olması gerektiği belirtilmiş ki buna kimse itiraz edemez. Bu iki unsura, dinî kaynakların alanında uzman ve cazip (sevilen) kişilerce aktarılıyor olması da eklenmiş. Buna katılmak mümkün değil. Zira dinî iletişim herkesin hakkıdır, dindar olmak bile gerekmez. Bu işi sadece alanında uzman ve toplumda karşılığı olan (imam, müftü, din hizmetleri uzmanı gibi) kişilere özgülemek dinin doğasına aykırıdır ve dinde ruhbaniyete sebebiyet verir. Oysaki bizim dinimiz olan hak (tek ve gerçek) din İslam’da ruhban sınıfı yoktur, hiçbir zümre ayrıcalıklı değildir. Tabii ki dini iletişimi sağlarken dikkat edilmesi gereken hassasiyetler vardır ancak bu hassasiyetler iletişimi sınırlandırmak için değil güçlendirmek için kullanılmalıdır.
Öte yandan resmî olarak dinî hizmetlerle görevlendirilenlerin, özellikle de bunlar arasında dinî öğretim görmüş olanların hitabet, fesahat ve belagat yönünden mütekâmilen dinî hizmete hazır ve nazır olduklarını da biliyoruz. Elbette bu özellikler din gibi özel ihtimam gerektiren bir konuda oldukça önem arz etmektedir. Bir dinin hırpani şekilde giyinen, kaba konuşan, hâl ve tavırlarıyla toplumda tepkilere yol açan biri tarafından tebliği ters etki doğuracaktır. Her sene Ramazan ayı gelince dinin künhüne erememiş, yüzünde İslam nuru olmayan, belki tek dikkate şayan özelliği de profesörlük olan kimselerin sırf mübarek ayda reyting fırsatçılığı uğruna TV ekranlarında boy göstermesi eminim pek çoğunuzun öfke ve nefretini celbetmektedir. Demek ki dinî iletişimde dinin doğasından kaynaklanan hassasiyetlere dikkat edilmezse kaş yapayım derken göz çıkarmak da pek tabii mümkün olabilmektedir.
Esasında dinî kaynağın özelliği derken salt manada dinî kaynakların özelliği hususunda bir duraksama bulunmamaktadır. Vakta ki dinî kaynakların ne olduğu bellidir (Kur’an, sünnet, icma, kıyas); bu kaynaklara kimse ne ekleme yapabilir ne de çıkarma… O hâlde dinî kaynakların özelliği de zaten belirlidir. Dolayısıyla dinî iletişimde kaynağın özelliği denirken kaynaktan alıntı yapıp aktaran (mesajı ileten) kimsenin özellikleri ile bu kimsenin iletişim stratejisi anlaşılmalıdır.
Bu noktada karşımıza mesajı iletenin iletişim becerisi çıkmaktadır. Adı geçen eserde mesajı ileten yerine maalesef “kaynağın iletişim becerisi” denmektedir ki az önce altını çizdiğim sebeple yanlış bir başlıktır. Dinî kaynaktan mesaj ileten kimsenin sahip olması gereken özelliklere gelince, bu özellikler, normal bir iletişim esnasında mesajı iletenin sahip olması gereken özelliklerle büyük ölçüde örtüşmektedir. Yalnızca bazı ekstra hassalara da sahip olmak gerekmektedir. Bunların başında ihlas (samimiyet) gelir. Şöyle ki dinî bir konu tebliğ eden kimse, anlattığı meseleye vakıf olduğu kadar o meseleye yürekten inanmalı ve dâhi kendisi de verdiği öğütleri gerçek hayatta yapıyor olmalıdır. Böylelikle daha inandırıcı ve güvenilir olacaktır. Maalesef adı geçen kitapta bu can alıcı noktaya değinilmemiş. Zamanının büyük velilerinden Bayezid-i Bestami ucu bucağı görünmeyen binlerce kişiye vaaz verir ve cemaatin hemen hepsi tekbirlerle, tehlillerle, tahmid ve en kalbî tesbihlerle aşka gelir; neticede büyük bereket hâsıl olurmuş. Büyük veli vaaz postunu bir gün oğluna bırakmış. Oğlu da aşağı yukarı babasının anlattığı meseleleri anlatmış, hem de mahirane şekilde vurgulayarak anlatmış ama bu sefer cemaatten çıt çıkmadığı gibi kimi uyuklamış, kimi sağına soluna bakınmaya başlamış. Durumu içerleyen oğul mevzuyu babasına açıkladığında şu cevabı almış: “Ben yaptıklarımı anlatıyordum ama sen yapmadıklarını anlattın!”
Madem eskilerden bir örnek verdim; dinî iletişimde en çok önemsediğim hususlardan birinin kıssalardan örnek vermek olduğunu belirteyim. Zira Kur’an-ı Kerim’de de bol bol kıssalara yer verilmektedir. O hâlde dinî örenmek ve öğretmek konusunda kıssaların önemini vurgulamadan geçmek olmaz. Lâkin mesajı ileten (dinî öğreten) tarafın anlatımını kıssalarla güçlendirebilmesi için çokça kitap okumuş, bolca mürekkep yalamış biri olması elzemdir. Hatta sadece mübareklerin hayatlarından ibretlik veya örneklik kıssalar değil; çemberi genişleterek dinî mevzuların tümünde elden geldiğince kıssalar öğrenilmelidir. Kıssa demek bir yerde kaynak demektir ve kaynak da inandırıcılığı perçinler. Biraz daha somutlaştıracak olursam inzal olan (vahyolunan) her ayetin günün şartlarına göre bir iniş sebebi vardır. Bunlar bilinirse ayetlerin anlamı ve mesajı daha iyi bilinmez mi? Yine Peygamberimizin her hadisinin de günün şartlarına göre bir söyleniş ya da yapılış sebebi vardır. Bu şartlar bilinirse hadisteki hikmetler daha iyi anlaşılmaz mı? Öte yandan bütün bu anlatımları hikayeleştirmeden (dinin ciddiyetini muhafaza ederek), sebep-sonuç ilişkisi içinde, mümkün mertebe tam ve doğru şekilde ve kaynak göstererek yapmak şükela olacaktır.
Adı geçen eserde “Kaynağın Sorumluluğu” başlığı adı altında “kaynak yeterli ve yetkili olmadığı konularda konuşmamalıdır” diye bir alt başlık var. Kaynak kelimesinin yanlış kullanılmasına tepkim bir tarafa, bu alt başlıktaki önermeyi son derece yanlış ve tehlikeli buluyorum. Zira yukarıda da belirttiğim gibi sadece şu kimseler dinî iletişim kurabilir tarzında dinimizde ayrıcalıklı zümreler yoktur. Böyle bir yaklaşım iletişimin doğasına da terstir; çünkü iletişim yetkinliğe ve etkinliğe göre sınırlandırmaya cevaz veren bir disiplin değildir. İletişim temel bir haktır. Herkesin de dini öğrenme ve öğretme özgürlüğü vardır. Bu durumda nasıl kaynak (mesajın ileten) yeterli ve yetkili olmadığı konularda konuşmamalıdır diyebiliriz? Mesajı ileten bir konuda sınırlı bilgiye sahip olabilir. Ancak sınırlı bilgiye sahip birinin kendisinden daha az bilgili birine -ki günümüzde dinî konularda hiçbir şey bilmeyenler maalesef çoğunluktadır- bir şeyler öğretmesi /anlatması gâyet doğal ve yerinde bir hareket sayılmalıdır. Hatta belki o kişinin iletişim becerisi, alanında allame olan birinden çok daha iyidir ve mesajı çok daha etkili şekilde iletiyor olabilir!
Söz konusu eserde eksiklik olarak değerlendirdiğim hususlardan birisi de “Dinî İletişimde Alıcı” başlığı altında alıcının çeşitli özellikleri ve sorumlulukları irdelenirken alıcının bireysel ve grupsal özelliklerine göre mesaj vermenin öneminden bahsedilmemiş olmasıdır. “Alıcının Öğrenme Gücü ve Yaklaşımı” diye bir alt başlık var ama burada sadece öğrenmenin çeşitlerinden bahsedilerek çok önemli bir konu üstünkörü geçiştirilmiş. Köylü kadınlarla sosyetik şehirli kadınlara aynı iletişim stratejisi ile yaklaşılabilir mi? Veya ateist bir biriyle dindar birine aynı içerik, hitap ve iletişim kalıplarıyla yaklaşmak doğru olur mu? Örnek sorular çoğaltılabilir ve hepsinin cevabı ‘hayır’dır. O hâlde bu konunun üzerinde durulmalıdır. Abdestini yanlış alan birine biraz uyarıcı ve yol gösterici ve biraz da kıssalarla örneklendirici bir dille yanlışı anlatılabilir. Hiç abdest almayan, abdesthanenin yanından bile geçmeyen birine ise önce abdestin gerekliliği, önemi, faydaları, sonuçları gibi meseleler anlatılarak abdest hakkında bilgi verilmelidir (tebliğ yapılmalıdır). Eğer muhatap olunan grup homojen değilse ki genelde böyledir, öncelikle bahis mevzundan sıkılması muhtemel kimseleri sıkmamaya, aksine onların bahis mevzuna ilgilerini çekmeye özen gösterilmeli, bahis mevzuyla az çok ilgili olan kimselerin ise dikkatlerinin dağılmaması için anlatımların muhteviyatına mümkün mertebe ayet ve hadisler ile çarpıcı kıssaların serpiştirilmesine ehemmiyet verilmelidir. Daha sade tabirle gruptaki bir tarafa odaklanırken diğer taraf ihmal edilmemelidir.
Konu tebliğin (mesajın) şekli ve muhatabın (alıcının) özelliği olduğu için yine aklıma gelen bir hadiseyi anlatmak isterim. Bir dinî cemaate mensup sarıklı cübbeli kişiler, barların önüne gelerek içkisini içmekte olan sarhoş veya yarı sarhoş kişilere hitaben içkinin haram olduğuna dâir ayetleri Arapça ve sesimiz iyi duyulsun diye bağırarak söylüyorlardı. Bu sizce doğru bir tebliğ şekli midir? Sizin görüşünüze saygı duyarım ama dinî iletişimde böyle aksiyonlar fırsatçı çevrelerin suiistimaline malzeme olabileceği için yanlıştır. Böyle bir tebliğ tarzı tasvip edilemez Zaten etkili de olmaz. Bu tarz aksiyonlar dinî iletişim değil, olsa olsa popülist iletişimdir. Elbette herkesin kalbindekini Allah bilir, belki maksat popülizm olmaya da bilir ancak sonuçta ortaya haber değeri olan ve toplumun tepkisini çeken bir tablo çıkıyorsa burada popülist bir yaklaşımdan bahsedilmeli ve yöntemin yanlışlığı eleştirilmelidir.
Dinî iletişimin kendine özgü bir etik yönü de bulunmaktadır. Başka inanç sistemlerinden ve başka inanç sistemlerine dâhil olanlardan hakaretamiz veya alaycı şekilde bahsetmemek ve onlara küfretmemek, alıcı kimse ve gruplardan (mesela camii cemaatinden) sürekli bağış toplamamak, bağış istenileceği zaman kullanılan dilin dinî meselelerin anlatıldığı zamanki dilden daha yalvarış/yakarış içinde olmamasına dikkat etmek, dilencilik/deşiricilik dilini kullanmamak, dinî meselelerin anlatımında ve dinî hizmetlerin ifasında maddî beklenti içinde olmamak, kutsal değerlerden daima saygı ve tazimle bahsetmek gibi çeşitli konu başlıkları bu meyanda sayılabilir ve hepsi de gerçekten birbirinden önemlidir.
Şimdiye kadar değindiğim hususların hepsi bir tarafa iletişim denilince esas olarak kulun Yaradanıyla arasındaki iletişimden bahsetmek gerekir. Ama nedense dinî iletişim çalışmalarında en çok ihmal edilen konu da budur. Adını zikrettiğim eserde de bu denli önemli bir konu başlığının hiç açılmamış olmasına bir hayli şaşırdım. Demek ki kul ile Yaradan arasındaki iletişimin izahatını yapmak bana nasip olacakmış.
Kul ile Yaradan arasındaki iletişim, dinî iletişim mefhumunun omurgasıdır. Bunun haricinde kalıp çoğuna yukarıda değindiğin konuların hemen hepsi tabiri caizse ayrıntıdır.
Biz kullar ile Yaradanımız olan Allahü Teâlâ arasındaki ilişkinin iki tezahür şekli vardır. Birincisi dua ile Allah’a hitap edip yakarışta bulunmak, öteki ise Allah kelamı olan Kur’an-ı Kerim’i okuyarak Allah’ın hitabına muhatap olmaktır.
Dua, başlı başına muazzam bir iletişim kanalıdır. Maddi ama ölümlü âlemden manevi ama sonsuz aleme açılan penceredir. İnsanların bu dünyada rüya hayatı yaşadığını ve ancak öldükleri zaman uyanıp ebedi hayatla yüzleşeceklerini düşünürsek dualar içinde bulunduğumuz sahte hayattan sıyrılıp gerçek hayatla irtibat kurmak anlamına gelmektedir. Telefon edecek birinin jeton alıp bir telefon kulübesine girerek tuşlara bastığını ve konuşmaya başlayıp istediği iletişimi kurduğunu düşünün. Jeton, abdest almak; telefon kulübesine giriş, dua etmek için Allah’a el açmak; telefon tuşlarına basış, Allah’a yakarmak ve telefonu açanla konuşmaya başlamak ise dileğini Allah’tan istemek gibidir. Dolayısıyla Yaradan ile iletişim, özel motivasyonla daha etkili hâle gelen ve kendine has stili olan bambaşka bir iletişim modelidir. Bu bakımdan iletişim disiplini yönünden üzerinde etraflıca durulması gereken bir mevzudur ancak hemen her disiplinde olduğu gibi iletişim disiplininde de ateist/darwinist temeller ile bu yönde sivriltilmiş simaların borusu öttüğü için mevzubahis can alıcı konuya girilmemekte, konunun yanından bile geçilmemektedir.
Bu bağlamda Yaradan ile özel bir iletişim kanalı olan dualardan biraz daha bahsetmekte fayda var.
Duada, Yaradan kulunu her dâim dinlemeye hazırdır, yeter ki kulu kendisiyle iletişim kurmak istesin. Kul bu iletişimi ne için kurmak ister? İyi niyetli bir iletişim ne için kurulmak istenirse o amaçlarla kurmak ister. Yeter ki Yaradanının huzurunda olduğu bilincine sahip bir kul olsun, yalap şalap dua etmesin!
Söz konusu amaçları tek tek belirtmekte fayda var.
İlk aklıma gelen nedense dertleşmek oldu. Kul, Yaradanı ile nasıl dertleşir? Öncelikle günahlarına samimice tevbe ederse, başka bir deyişle pişman olup Allah’tan özür dilerse dertleşmiş olur. Zira Yaradanla dertleşmekten kasıt, kulun kendi derdini anlatıp özrünü beyan etmesidir. Velhâsılı Yaradanla dertleşmek tek taraflı bir harekettir.
Tabii her zaman özür beyan edilmez. Dualar genellikle hacet dilemek içindir. Hacetlerin envâi çeşidi vardır. Sağlık, sıhhat, afiyet, bereket, huzur, mutluluk, baht açıklığı, para pul ve sâir pek çok hacet için Yaradana el açılıp dua edilir.
Her dua kabul olunacak diye bir kaide elbette yoktur. Zira Yaradan mutlak ilim ve kudret sahibidir. Her şey onun ol demesiyle olur. O, ol demeden yaprak bile kıpırdamaz. Bunun bilincinde olan kullar, dileklerinin teminini kolaylaştırmak için her şeyin hayırlısını istemeye ve bunu yaparken de Allah’tan ve Peygamber Efendimiz gibi Allah’ın sevgili kullarından övgüyle bahsetmeye özen gösterirler. Daha doğru bir tabirle “özen göstermelidirler”.
Yaradanla iletişimin diğer şekli ise Allah kelamı olan ve Allah tarafından insanlığa ve hatta tüm kâinata gönderilmiş olanTevrat, Zebur, İncil ve Kur’an-ı Kerim’i okumaktır. Ancak bunlardan Tevrat, Zebur ve İncil kat’i surette insanlar tarafından değiştirilip tahrif edildikleri için artık Yaradanla iletişimin bir kanalı olmaktan çıkmışlardır. Mamafih bu üç kitap artık muharref Tevrat, muharref Zebur, muharref İncil diye zikrolunmaktadır. Doğrusu da budur. Söz konusu üç kitaptan Kitab-ı Mukaddes (Kutsal Kitap) diye bahsedilmesi, misyonerlerin sinsi bir tuzağıdır. Misyonerler söz konusu muharref kitapları muteber gösterip Kur’an’ı dışlamak için böyle bir oyuna başvuruyorlar. Muharref Tevrat ile muharref Zebur’dan Eski Ahit, İncil’den Yeni Ahit diye bahsedilmesi de aynı maksatla kurgulanmış bir terim oyunudur.
Kur’an-ı Kerim’den önce inzal olan kitap ve sahifeleri insan eliyle değiştirilip orijinalliklerini yitirdikleri için bir tarafa bırakıyorum ve gerçek kitab-ı mukaddes olan Kur’an-ı Kerim’e geliyorum. Kulun Yaradanla iletişiminin diğer bir yolu, Kur’an-ı Kerim okumaktır. Çünkü bir harfi bile değişmeksizin baştan sona Allah kelamı olan Kur’an’da yüce Yaradanımız biz kullarına hitap etmektedir. Söz konusu hitap bazen öğütler vererek, bazen uyararak, bazen bilgilendirerek, bazen de insanlar akletsin diye önemli olaylara dikkat çekmek suretiyle gerçekleşmektedir. Örneğin “Allah yolunda öldürülenlere sakın ‘ölüler’ demeyin; çünkü onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz” (Bakara; 154) beyanında şehitlere ve şehadet makamına dikkat çekilmekte, tüm Müslümanlar ayette övülen şehitliğe teşvik edilmektedir.
Kur’an üzerinden Yaradanla iletişimin de duada olduğu gibi kendine has usûlü vardır. Öncelikle yine abdest alarak maddi ve manevi temizlik yapılması, akıldan dünyalık endişelerin çıkarılması ve samimice Allah’ın huzurunda olunduğunun bilinmesi gerekir. Akâbinde Kur’an’ı mümkün mertebe itidal ile ve anlamını düşünerek okumak gerekir ki zaten dinî kaynaklarda böyle ihlaslı kıraata (Kur’an okumaya) birçok mükâfat verileceği vaat edilmiştir. Kulların ihlaslı kıraat karşılığında mükâfatla müjdelenmesi de iletişim felsefesi yönünden düşünülmesi gereken bir detaydır. Diğer iletişim model ve şekillerinin hiçbirinde iletişim kurana hediye verilmez, hatta aferin bile denilmez. İşte bu da Yaradanla iletişimin ayrıcalıklı bir tecrübe olduğunu ortaya koymaktadır.
Kulun Yaradanla iletişiminde dikkat etmesi gereken çok önemli bir husus daha vardır. O da Yaradanla iletişimi sürekli tutmaktır. Kul sadece ihtiyaç duyduğu zaman Allah’ın huzuruna varıp ellerini açarsa burada samimiyetin varlığı sorgulanır. Elbette kimsenin kalbini, kimin ne kadar samimi olduğunu bilemeyiz; ama akıl yürütebiliriz. Zira Kur’an-ı Kerim’de tam 49 ayette Allahü Teâlâ “akletmez misiniz” diye sorarak biz kullarına hitap etmektedir. Ezcümle Allah’la mümkün mertebe iletişim hâlinde kalmak; bunun içinse mütemadiyen Kur’an okumak ve sıklıkla dua etmek yerinde olacaktır.
Dikkat çektiğim hususlara dikkat edilirse Yaradanla başarılı bir iletişim kurulabilir. Yaradanla iletişim hâlinde olmak demek; kalp huzuru, gönül süruru demektir. Ki bu da herkese lazımdır
“Öğrenme ve Öğretme Süreçlerinde Dinî İletişim” kitabının konu başlıklarını ve içeriğini tetkik edeyim derken dinî iletişimle ilgili tespit ve görüşlerimi de açıklamış ve en nihayet dinî iletişim konusunu masaya yatırmış oldum. Umarım faydalı bir yazı olmuştur.
Rabbim dualarımızı kabul etsin, âmin.
Mükemmel bir yazı. Azami derecede aydınlandım. Saygılarımla...
Mükemmel bir yazı. Azami derecede aydınlandım. Saygılarımla...