Ülkemizde akademik yayınlar, özellikle makaleler, terminoloji ve literatür takıntısıyla bir yığın laf kalabalığına ve atıf çılgınlığına dönüştüğü için siyaset konusunda kaynaklara başvurmaya korkuyorum. Sonuçta siyaset, herhangi bir insanın bilemeyeceği, tarif edemeyeceği muamma bir mefhum değildir. Her an her saniye her türlü siyasetin içindeyiz. Günümüzde insanlar kendini siyasetten artık soyutlayamıyor. Böyle bir lüksümüz maalesef kalmadı.
Yine de dayanamayıp literatüre şöyle bir baktım. Tabii bakmamla siyaset mi politika mı yoksa ikisi de aynı mı tartışmasının içine düşmem bir oldu. Dedim ya, iş akademik başvuru kaynaklarına gelince bol bol süslü lafla karşlaşırsınız ama sonuçta elinizde kalan bir kuru çekirdek bile değildir. Sırf akademik CV’lerinde bir makale daha olsun diye laf kalabalığı yapan akademisyenlerden bilime bir katkı beklemek de anlamsızdır. Nihayet Türkiye’nin akademik yapısının ve akademisyenlerinin global akademik çevrelerde hiçbir saygınlığının olmaması da boşuna değildir. Yeri gelmişken değinmeden geçmek de istemiyorum. Benim çok özene bezene hazırladığım, aylarca süren araştırmalarımın sonucu olan ve bir yığın yenilikçi formül ve öngörüye yer verdiğim bir makaleme muhteris kifayetsiz hakemler bu araştırma makalesi değil derleme makalesi demişlerdi. Bir başka muhteris kifayetsiz hakem sürüsü de makalelerimde kullandığım sözcükleri eski dilde bulup yenileştirmemi yani Fransızca, İngilizce karşılıklarını kullanmamı istemişlerdi. İktisat değil ekonomi, haysiyet değil onur, hizmet değil servis gibi… Böyle bir dolu şekilcilik saplantılı zırvalıkla Türkiye’de bilimin ilerlemesi asla ve kat’a mümkün değildir.
Konu siyasette iletişimdi, neden bunlardan bahsediyorum diye hayıflanmış olabilirsiniz. Aslında yukarıda anlattıklarım bilim politikasının konusuna girdiği için konuyla yakînen alakalıdır. Hani en başta demiştim ya, “her an her saniye her türlü siyasetin içindeyiz” diye. İşte bu sözümü de doğrulamış oluyorum. Abartmıyorum, hakikaten siyasetsiz olmuyor.
Akademisyenlerin kimi siyasetle politika ayrı şeylerdir; siyaset daha genel çerçeveli ve yönetimle ilgili bir kavram, politika ise özel bir sahada kararlar almak suretiyle sosyal düzenlemeler yapmayı ifade eden kavramdır diyorlar. İki kavramın aynı veya çok benzer olduğunu ileri sürenlerse siyasetin Arapça, politikanın İngilizce olduğundan dem vurup aradaki küçük nüansların da önemsiz olduğunu belirtiyorlar. Benim yaklaşımım ise gâyet net ve basittir: Biri diğerinin yerine kullanılabiliyorsa ikisi de aynıdır, yoksa değildir. Örneğin tarım politikası yerine tarım siyaseti kavramını kullanabilir miyiz? Bal gibi de kullanabiliriz. O zaman tartışma kapanmıştır.
Siyaset ve iletişim arasındaki bağa gelince, siyaset başlı başına bir halkla iletişim sanatıdır. Demokratik sistemlerde siyaset, “yönetişim” kıvamındadır ve halkla iletişim belirgin şekilde yoğundur. Siyasetçiler yaptıkları/yapacakları icraatlara halkın vereceği tepkiyi, bir başka deyişle geri bildirimleri dikkate alırlar. Totaliter sistemlerde ise halktan olumlu ya da olumsuz bir karşılık beklenmediği için halkla iletişim daha çok “halka iletim” (halka direktifler yağdırma) düzeyindedir.
Bilindiği üzere günümüz dünyasında pek de öyle totaliter relim kalmamıştır. Her ne kadar ABD kafasına göre her gün yeni bir rejimi diktatörlük ilan etse de bu kibirli Amerikan despotizmi artık inandırıcılığını yitirmiştir. Dolayısıyla siyasetin iletişimle ilgisini veya daha uygun bir ifadeyle siyasal iletişimi anlatırken demokratik hukuk devletlerini baz alacağım.
Efendime söyleyim… Siyasal iletişim esasında iletişim bilimlerinin pek çok alt sahası gibi bâkir bir alandır; üzerinde henüz ele avuca gelir bir çalışma yapılmamıştır. Bu bağlamda aşağıda aktaracağım bilgi ve tespitlerin tamamen tarafıma ait olduğunu bilmenizi isterim.
Siyasal iletişim, algı ve ikna olmak üzere iki bileşenden oluşur.
Siyasetçiler rakiplerinin önüne geçip sizleri yönetme hakkını elde edebilmek için seçim kampanyası, vaatler ve tabii bir dolu yalandan ibaret yoğun bir algı operasyonuna girişirler. Siyasetin sandığa gidene kadarki kısmı algı, sandıktan sonraki kısmı ikna ağırlıklıdır.
Siyasetin algı ayağı elbette sadece sandığa kadarki süreci belirlemez. Ulusal ve uluslararası siyaset algıya çok önem verir ve hatta bu yüzden son zamanların popüler algı operasyonu kavramı güncel bir siyaset terimi olarak karşımıza çıkar.
Ulusal arenada algı, bir siyasi karakterin ya da bir siyasi partinin sivrilebilmesi için ilmek ilmek işlenmesi gereken bir perde gibidir. O süslü perdenin arkasında siz bambaşka bir kişiliğe sahip olabilirsiniz ama nasıl bir kişilik olursanız olun toplum sizi en pozitif şekilde tanımalıdır. Bunu başarabilmek için siyasi figürlerin bağlantılı olduğu çok sayıda medya kuruluşu, anket ve PR şirketleri ve ünlü simalar vardır. Bütün bu yardımcı kuruluşlar, esas itibarıyla birer iletişim araçlarıdır ve siyasi figürlerle toplum arasındaki nazik ilişkiyi yürütürler. Halkla iletişim kanallarını en başarılı şekilde kuran siyasi figürler bu işe gerçekten çok para dökerler ve genellikle de başarılı sonular alırlar. Halkla iletişimi sınırlı düzeyde kalan veya kopuk olan siyasi figürlerin ömrü ise uzun değildir.
Uluslararası arenadaki algı da büyük ölçüde medya temelli propagandaya dayanır. Ancak bu arenada başlıca siyasi figürler ülkelerdir. Ülkeler birer gerçek kişilikmiş gibi hareket eder. Dolayısıyla dost ülkeler, düşman komşular, akraba topluluklar, stratejik müttefikler gibi kavramlarla karşılaşırız. En güçlü ülkeler, global dünyada en güçlü algısı meydana getirebilen ülkelerdir. Dolayısıyla internetin fişinin takılı olduğu ve tüm dünyada ortak dilin İngilizce olduğu düşünüldüğünde algısı en güçlü ve dolayısıyla dünyanın en güçlü ülkesi de ABD’dir diyebiliriz. Belki de ABD ordusu, ABD diplomasisi veya ABD teknolojisi düşündüğümüz gibi bir numara olmayabilir; ama algısal düzlemde bir numara olduğu sürece gerçeklerin çok da önemi yoktur. Öte yandan başımızı çevirip Kuzey Kore’ye baktığımızda nükleer füzeleri olan ama fakirlikle boğuşan, nükleer füzeleri olan ama açlıkla boğuşan, nükleer füzeleri olan ama despotizmle boğuşan, nükleer füzeleri olan ama ambargolarla boğuşan, nükleer füzeleri olan ama dağ gibi sorunlarla boğuşan, izole edilmiş, yalnızlaştırılmış, cezalandırılmış, çaresiz bir ülke görürüz. Bunca düşünceye rağmen kimse gidip Kuzey Kore’yi yakından görmemiştir, insanlarıyla konuşmamıştır, sistemini inceleme gereği bile duymamıştır. Zira Kuzey Kore’nin uluslararası arenada propaganda yapabilecek ne medyası, ne istihbaratı, ne lobileri, ne de ticari markaları vardır; ancak bol bol düşmanı vardır. Hergangi bir Afrika ülkesi bile küresel siyaset algısında Kuzey Kore’den daha iyi konumdadır. Örneğin Kuzey Kore’yle Cezayir kıyaslandığında Kuzey Kore’nin ordusu Cezayir’den on kat daha güçlü olmasına rağmen hemen herkes Cezayir’i daha muteber bir ülkeymiş gibi düşünecektir.
Uluslararası arenada algı neden önemlidir? Çünkü bu arenada algı, ülkenin marka değerini ortaya koyar. Vatandaşlar, marka değeri en yüksek olan ülkelerde yaşamak isterler. Çünkü bu, vatandaşlar için bir övünç kaynağıdır ve vatandaşın devletine olan güvenini, saygısını ve bağını kuvvetlendirir. Antalya sahillerinde Alman turist mi görmek istersiniz yoksa Afgan turist mi? Elbette Alman turist… Hatta Afgan turist size kendisinin turist olduğuna bile inandıramaz, mülteci der geçersiniz.
Uluslararası siyasal algı konusunda Euronews’te yayınlanan bir haber dikkatimi çekti, paylaşmak isterim.
Haberde aktarıldığına göre bir düşünce kuruluşu olan Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin (ECFR) hazırladığı bir rapor kapsamında geniş ölçekli bir anket yapılmış. Söz konusu anket; 12 Avrupa Birliği (AB) ülkesinde Alpha, Analitiqs, Dynata, YouGov ve Datapraxis ölçüm şirketlerine bağlı anketörler tarafından gerçek kişilerle yüz yüze yapılan araştırmaya dayanıyor. Tabii AB gibi uluslararası kuruluşlar da küresel siyasetin önemli figürleri arasında yer aldıkları için algı gibi konulara merak duyuyorlar.
Unutmadan belirteyim ki bütün bu araştırmalar için kaç anketör kullanıldığı, kaç kişiyle anket yapıldığı gibi sayısal verilere yer verilmemiş. Dolayısıyla söz konusu araştırmayı kesin kanaate varmak için değil sadece fikir sahibi olmak değerlendiriniz.
Anketten elde edilen ilginç verileri aktarıyorum:
Avrupalılar, Türkiye’yi Rusya ve Çin’den daha büyük bir tehdit unsuru sayıyor ve başlı başına sorun olarak görüyorlar. Evet yanlış okumadınız; Avrupalıların gözünde Türkiye’nin Çin kadar bile kıymet-i harbiyesi yok; Türkiye’yi kenar mahallenin sorunlu ve kavgacı çocuğu olarak görüyorlar.
Sadece bunla da sınırlı değil. Avrupalılar Türkiye’yi Birliğin stratejik ortağı veya müttefiki değil, “hasmı” yani “düşmanı” diye nitelendiriyor. İşte Türkiye de yıllar yılı kendisini açıkça düşman gören ve hatta çoğu zaman kendisini aşağılayarak kapısından kovan AB’ye girmek için çabaladıkça çabalıyor; sanki girmiş gibi de AB müktesebatını uyguluyor, kendi binlerce yıllık örf ve ananelerini AB’ye şirin görünmek için terk ediyor, en temel kanunlarını değiştiriyor, AB Bakanlığı dâhil her düzeyde birçok kurumu AB ile uyum kapsamında hayata geçiriyor, binlerce uzman istihdam ediyor ve bir de AB’den gelen her çeşit tehdidi, şantajı ve hakareti sineye çekiyor. Pekâlâ son tahlilde Türkiye bir AB üyesi mi? Hayır! Olabilecek mi? Hayır! O hâlde bunca AB güzellemesi, bunca AB’ye aday ülke çığırtkanlığı neden? Tabii ki de siyaseten seçmenlere umut algısı pompalamak için… Siyasette en geçerli vaat, umuttur. Siyasetçiler umut pazarlar. Tırnak içinde tekrar yazıyorum: “Siyasetçiler umut pazarlar.”
Yine araştırmada AB vatandaşları nezdinde Rusya ve Çin, hasımdan ziyade stratejik ortak olarak değerlendirilirken tüm ülkeler içerisinde Avrupalılar tarafından “düşman” olarak algılanan tek ülkenin Türkiye olduğu ortaya çıkmış. Özelliklede Fransa’da halkın % 53’ü ve Almanya’da % 52’si Türkiye’yi birliğin baş düşmanı görüyor. Bu bakış açısı Hollanda’da % 45, Danimarka’da % 42 ve İsveç’te % 40 oranlarında seyrediyor. Belki baş düşman görünmek de beceridir, orasını size bırakıyorum
Avrupa’da pek çok kişi, ‘insan haklarını, hukukun üstünlüğünü veya demokratik değerleri’ ihlal ettiklerinde AB’nin Türkiye ve Çin’i eleştirmeye devam etmesi gerektiğini düşünüyor. Bir başka deyişle insan hakları, hukukun üstünlüğü veya demokratik değerler konularında Türkiye ile Çin’i aynı kefede değerlendiriyorlar. Türkiye’deki ihlaller konusunda ise Hollandalılar % 69 oranında, Avusturyalılar % 66 oranında, Almanlar % 63 oranında, Danimarkalılar % 63 oranında, İsveçliler % 61 oranında Türkiye’ye karşı diğer ülkelerin daha caydırıcı, daha sert bir tutum takınmasını talep ediyor.
Ankette sadece Türkiye ile ilgili değil Avrupa Birliği’nin kendisiyle ilgili de dikkate şayan veriler var.
Özellikle Covid-19 pandemisi sonrasında AB’ye olan güvenin azaldığı ortaya çıkmış. Başta Almanya % 55 oranında, Fransa % 62 oranında ve İtalya % 57 oranında olmak üzere halkın çoğunluğu AB’nin “arızalanmış” olduğunu ancak yine de hâlâ gerek Covid-19 gerek diğer uluslararası krizler bağlamında işlevsel bir araç olduğunu düşünüyor. Bu nedenle de salgındaki kötü performansına rağmen küresel bir aktör olabilmek adına Birlik üyeleri arasında daha fazla işbirliğine gidilmesi fikri destek buluyor. Bu da bize AB’nin her ne kadar patlamaya yüz tutmuş bir büyük balon olsa da henüz bit müddet daha patlamadan uçmaya devam edeceğini gösteriyor.
Almanlar arasında AB sisteminin “arızalanmış” olduğunu düşünenlerin oranı geçen yıla nazaran % 11 artmış. Ancak haberde bu artışla elde edilen son oranın ne olduğuna yer verilmemiş. Arızanın anlamını da açmakta fayda var. Basitçe “artık düzenli çalışmıyor, tekliyor, SOS veriyor” anlamında kullanılan arızalanmış kelimesinin tercih edilmesi sanki biraz arızalı çeviri gibi olmuş.
AB’de kendi ulusal sistemlerinin arızalı olduğunu düşünenlerin sayısı da azımsanacak gibi değil. İspanyolların % 80’i, Fransızların % 66’sı, Bulgarların % 63’ü ve Polonyalıların % 60’ı kendi ulusal siyasi sistemlerine olan inanç ve güvenlerini kaybetmişler. Bu ülkeler yakın zamanda birtakım iç karışıklıklara, sokak hareketlerine gebe diyebiliriz.
Tüm karamsarlığa rağmen çok sayıda Avrupalı AB üyeliğinin hâlâ değerli olduğunu düşünüyor ve bunun iyi bir şey olduğuna dâir memnuniyet verici hislerini koruyor. Bu memnuniyet verici his konusunda tek istisna ise Fransa. Fransızların çoğunluğu AB üyeliğini ‘ne iyi ne de kötü’ olarak değerlendiriyor.
Araştırma yapılan 12 ülkenin 8’i her şeye rağmen ülkelerindeki salgınla mücadelede ve normale dönüşte AB’yi hayatî bir destek kaynağı olarak görüyor. Özellikle mali yardımlardan en çok yararlanan Bulgaristan, Macaristan, Portekiz, İspanya ve Polonya gibi ülkelerde AB’nin desteği ve katkısı diğer ülkelere göre daha çok kabul ediliyor.
AB vatandaşlarının ABD algısı da sorgulanmış.
ABD’ye olan güven hâlâ düşüş trendinde ve Avrupalılar ABD ve İngiltere’yi “doğal ortaktan” ziyade “stratejik ortak” diye tanımlyorlar. Doğal ortaklığa kardeşlik, stratejik ortaklığa da çıkar ortaklığı denebilir. Biden’in son zamanlarda artan algı çalışmalarına rağmen sadece her 5 Avrupalıdan 1’i ABD’yi “değerleri ve çıkarları Avrupa ile ortak müttefik” şeklinde tanımlamış. Demek ki her 5 Avrupalıdan 4’ü ABD’nin değerlerini ve çıkarlarını Avrupa ile bağdaştıramıyor ki bu da üzerinde çok durulması gereken ve ilk etapta ABD’nin süper güç olmaktan hızla uzaklaştığını gösteren bir veridir.
Avrupa’da kendini ABD ile en çok doğal müttefik olarak gören ülkeler ise Polonya ve Danimarka. Çiçeği burnunda NATO ülkesi Polonya ve ABD’yi Holywood’dan ibaret sanan Danimarka… Çok şaşırmamak lazım.
Hollanda, İsveç, Almanya, Avusturya, İspanya, Fransa ve Portekiz toplumlarının yarısı veya daha fazlası ise Amerikan siyasal sisteminin artık “arızalanmış ve bozulmuş” olduğunu düşünüyor. Buna karşın Polonyalılar, Macarlar ve İtalyanlar hâlâ gâyet iyi şekilde işlediğine inanıyor.
Yeni dünyanın süper gücü Çin ile AB’nin daimi komşusu Rusya da Avrupalıların algısal düzlemde irdelediği ülkelerden…
Her ne kadar genel toplamda Çin’i stratejik ortak olarak değerlendirme eğilimi bulunsa da özel olarak Avusturya, Danimarka, Fransa, Almanya, Hollanda ve İsveç’te çoğunluk Çin’i de “hasım” olarak nitelendiriyor. Çin’e en fazla sempati ile yaklaşan ülkeler ise Bulgaristan, İtalya, Polonya ve Macaristan. Çin’deki insan hakları ihlalleri konusunda ise Bulgaristan ve Macaristan hariç diğer ülkelerde toplumlar AB’nin daha sert bir tutum takınmasını arzuluyor. Benim bu verilerden çıkardığım sonuç; Polonya, Macaristan ve Bulgaristan’ın henüz gerçek mânâda AB üyeliğini özümseyemediği, İtalya’nın ise İngiltere gibi AB’ye güle güle demeye hazırlandığıdır…
Rusya ise birçok ülkede ne bir “hasım” ne de bir “tehdit olarak algılanıyor ve daha ziyade ‘uluslararası arenada gerekli bir ortak’ olarak nitelendiriliyor. Avrupa genelinde sadece % 17’lik bir kesim Rusya’yı düşman olarak görüyor. Özellikle Bulgaristan, Portekiz ve İtalya’da bu oran % 5’lere kadar düşüyor.
Öte yandan ankete göre Brexit İngiltere’ye yönelik algıyı değiştirmş durumda. Brexit’ten sonra sadece Danimarkalılar İngiltere’yi hâlâ “doğal müttefik” olarak tanımlıyor; geri kalanlar içinse İngiltere Rusya gibi artık sadece “gerekli bir ortak” kategorisinde yer alıyor. Almanya’da ise her 4 kişiden 1’i, Avusturya’da, Fransa’da ve İspanya’da ise her 5 kişiden 1’i İngiltere’yi artık “hasım” olarak nitelendiriyor. Bu da bize son zamanlarda İngiltere ile Türkiye arasında yaşanan siyasi yakınlaşmayı çok güzel izah ediyor.
Uluslararası politikada algı işte böyle bir belirleyicidir. İletişimde olduğunuz sürece bilinir ve sevilirsiniz ve dolayısıyla olumlu bir imaj çizersiniz. Oysaki Avrupa medyasında Türkiye hakkında sürekli iç savaş varmış, diktatörlükle yönetiliyormuş, ülke çölden ibaret bir Ortadoğu ülkesiymiş gibi kasıtlı bir anti-propaganda ve dezenformasyon yürütüldüğü için Avrupalılarla sağlıklı bir iletişim köprüsü kurulamamakta ve hafızalardaki olumsuz imaj maalesef silinememektedir.
Algının önemini kavrayan siyasi figürler, paralarının çoğunu bu konuya harcarlar. Dolayısıyla en agresif oldukları konuların başında algı ve algıyla bağlantılı olan imaj, prestij gibi kavramlar gelmektedir. Basit bir eleştiri ya da sıradan bir ifşaat, siyasi figürler açısından son derece rahatsız edici olabilmekte, siyasilerin kariyerlerini tehlikeye atabilmekte ve bu nedenle de sert tepkilere yol açabilmektedir. Örneğin angajman kuralları çerçevesinde size havan mermisi atan ülkeye en az misliyle karşılık verebilmek oldukça önemlidir; zira ülkenin toprağından ziyade uluslararası prestijine saldırı yapılmıştır. Sizin yapacağınız misillemeye kimse şiddete başvuru ya da savaş çığırtkanlığı falan diyemez. Tabii her siyasi icraatın bir de “sağlıklı duyurulma” boyutu vardır. Yaptığınız güzel bir icraatı kamuoyuna duyuramazsınız boşuna yapmış olursunuz. Hatta öyle ki yapmadığınız olumlu şeyleri yapmış gibi göstermek veya yaptığınız olumsuz şeyleri yapmamış gibi göstermek de siyaseten bir marifettir. Zira siyasetle yalan, kafadan yapışık ikiz gibidirler.
İkna ise siyasal iletişimde algı savaşlarının gölgesinde kalan ama sonuca müessir bir kavram olduğu için algıya yakın bir öneme haiz olan mefhumdur.
Algı kabiliyeti diye bir söz duymamışsınızdır ancak ikna kabiliyetini duymayanınız yoktur. İşte o ikna kabiliyeti, siyasi arenalarda çok belirleyici olabilmektedir.
Başlangıçtaki ayrımımıza sadık kalma bâbında; sandıktan (seçimden) sonraki siyasi hayatta iknanın algıdan daha önemli olduğunu hatırlatmak isterim. Zira tüm algı operasyonları sandıkta başarılı olmaya odaklıdır. Sandıktan önceki süreçte sandık sonrası için algısal projesksiyonlara yer verilmez. Sandık sonucunda halkı ulusal düzeyde sevk ve idare, uluslararası düzeyde ise temsil yetkisini kazanan siyasi figür, bundan sonraki aşamada aldığı kararların ve yaptığı icraatların yerinde ve gerekli olduğunu anlatmak için mesai harayacaktır. Öte yandan iktidar dediğimiz bu siyasi figürün karşısında daima muhalefet olacak ve iktidara en ağır eleştirilerini yönelterek demokrasinin gerçekleşmesini sağlayacaktır. Muhalefetsiz demokrasi, demokrasi değil başka bir şeydir. Ancak demokratik hukuk devleti içinde konumlanan muhalefetin siyaset tarzı; kâğıt üzerinde veya danışıklı dövüşlü veyahut dostlar alışverişte görsün havasında değil, iktidarın yanlışlarını ülke menfaatleri çerçevesinde ortaya çıkarmak için samimice uğraşmaya programlı olmalıdır.
Doğal olarak iktidarda olduğu gibi muhalefette de dil ve üslup önem arz etmektedir. İktidarın ötekileştici, kutuplaştırıcı olmaması, kendi seçmenlerini kayırıcı söylemlerde bulunmaması gerekirken muhalefetin de halkta farkındalığı sağlayıcı, iktidara yol gösterici, çözüm üretici, bozucu değil yapıcı ama her şeye rağmen kusurlu bulduğu durumlarda sonuna kadar eleştirici olması gerekmektedir.
Öte yandan en iyi siyasetçilerin en iyi hatipler olduğu da gerçektir. Şüphesiz iyi bir hatibin ikna kabiliyeti de iyidir. Bu yüzden avukatlar ve din adamları arasından çokça siyasetçi çıkmaktadır. Halkın karşısına geçip de kem küm eden, iki lafı bir araya getiremeyen bir siyasetçinin başarılı olma şansı var mıdır? Özellikle demokrasi kültürü gelişmemiş, Ortadoğu, Afrika, Doğu Bloku gibi ülkelerde iktidara yürüyebilmek için esas değil şekil itibarıyla veya başka bir deyişle nitelik değil nicelik itibarıyla halka hitap edebilmek hayatî öneme sahiptir. Halkı kitap okumayan bir ülkede elbette ki halkın beynine değil gözlerine hitap etmek gerekir. Ne demiş büyük devlet adamı Nizamülmülk, “iyi halktan iyi idareci, kötü halktan kötü idareci çıkar”. Dolayısıyla gelişmiş toplumlarla gelişmemiş toplumlarda siyasetin çehresi büyük farklılık göstermektedir. Gelişmemiş toplumlar, kandırılmaya veya daha kibar bir dille ikna edilmeye daha müsaittir. Zira sorgulayıcı, araştırıcı, hak arayıcı değildirler; en büyük dertleri karınlarının doymasıdır.
Algının olduğu gibi iknanın da uluslararası siyaset boyutu bulunmaktadır. Hatta “diplomasi” tam olarak bu yüzden vardır desek abartmış olmayız. Ülkeler arasındaki siyasi dengeler hassasiyetle gözetilir ve bu denge stabil şekilde devam etme eğilimindedir. Güçsüz ülkeler çeşitli sebeplerle güçlü ülkelere yaklaşarak blokları oluştururken birtakım ülkeler de yalnızlaşmaya itilmektedir. Güçlü ülkeler ve bloklar arasında ise başka bir dengeler kuruludur; bir gün gerilim çok yüksekken ertesi gün diplomasiyle bu gerilimin yerini barış çubuklarına bıraktığını görürsünüz.
NATO ile Varşova Paktı arasındaki gerilim mizansenine bu noktada özellikle değinmek istiyorum. İki nükleer güç, caydırıcılıkları sayesinde dünyayı iki kutuplu hâle getirmişti. Sovyetlerden korkan ABD’ye, ABD’den korkan Sovyetler’e yanaşmıştı. Oysaki ne ABD’nin Soyetler’e ne de Sovyetler’in ABD’ye saldırı tehdidi hiçbir zaman olmadı. Dünyayı paylaşmak için mükemmel bir tiyatro kurgulamışlardı ve bu tiyatroyu uzun süre başarıyla oynadılar. Tabii yalancının mumu sönünce Perestroyka oldu, Glasnost oldu ve tiyatro sona erdi. Pekâlâ böylesine bir mizanseni nasıl başardılar? Elbette ikna kabiliyetlerini sergiledikleri diplomasileri sayesinde! Kendi aralarında birtakım zirveler yapıyor, tüm dünyanın dikkatini bu zirvelere çekiyor ve hâkim oldukları global medya ağı aracılığıyla her zirvenin sonucunda dünyaya kontrollü gerilim mesajları veriyorlardı. Her an patlamaya hazır nükleer tehdit konusunda kâni olan (ikna edilen) dünya ise nefesini tutarak sonuç bildirgelerini izliyor ve her defasında derin bir oh çekiyordu. Günün sonunda nükleer Sovyet tehdidi bahanesiyle tüm dünyaya yayılmış Amerikan üsleri, Holywood merkezli Amerikan kültürü emperyalizmi ve daha birçok anlamsız gelişme karşımıza çıkıyor ama hepsini de anlamlı buluyorduk.
Holywood demişken şöyle bir parantez açmakta fayda olduğunu düşünüyorum.
İlginçtir ki kovboy filmlerinde gâyet normal bir hadiseymiş gibi Kızılderililer mütemadiyen öldürülür, katledilir, aşağılanır. Onları katleden Amerikalılar ise her zaman tek ateşle düşmanlarını alınlarının ortasından vuran usta nişancılar ve sözde yurtsever kahramanlardır. Bu kahramanlar da dünyaya kovboy diye pazarlanır. Sonuçta tüm dünya, ABD’deki Kızılderili soykırımlarının aslında soykırım değil basit ve hatta haklı cinayetler olduğunu konusunda ikna edilmiştir. Aynı durum elbette Zenci soykırımları için de geçerlidir. Diğer taraftan ise Superman gibi binlerce film ile dünyaya “biz süper gücüz, dünyayı tehlikelerden ancak biz koruruz, dünyayı ancak biz kurtarabiliriz” tarzı mesajlar verilmektedir. Hâliyle bu mesajlar birike birike zamanla insanların algı dünyasını şekillendirmektedir.
İkna her zaman propaganda gibi yumuşak araçlarla olmaz. Bazen askerî harekatlar da ikna aracı olarak kullanılabilir. Kaba kuvvetle ikna mı olurmuş diye hemen itirazda bulunacağınızı tahmin edebiliyorum. Elbette zorla ikna olmaz. Ancak kaba kuvveti kullanan taraf, müdahaleden sonra “karşı tarafı ikna ettik” diyorsa ikna etmiştir. Örneğin Türkiye ve Azerbaycan, Karabağ’ın Türk toprağı olduğu konusunda Ermenistan’ı ve Ermenistan destekçilerini kaba kuvvetle ikna etmiştir.
Tabii ki bu ikna çeşidi iknanın son ve fantastik aşamasıdır. Uluslararası siyaset arenasında iknalar en fazla tehdit aşamasında kalmaktadır. Tehdit diliyle ikna da teknik bağlamda ikna sayılmaz ancak konu reelpolitik olunca teorik bilgilerin pek bir önemi yoktur. Türkiye’nin birçok sınır harekatının âkim kalması, tehdit edildiği içindir. Örneğin Doğu Akdeniz’de petrol ve gaz arama çalımalarının sona erdirilmesi bize göre ambargo gibi siyasi tehditlerle olmuştur ama tehdit edenler nazarında Türkiye tehdit değil ikna edilmiştir. Nitekim yapmacık nezakete dayalı diplomasi dilinde de “falanca tarihte Türkiye ihtilaflı bölgeden çekilmeye ikna edildi” gibi bir ibare kullanılacaktır.
O hâlde uluslararası siyasette ikna enstrümanlarını yumuşaktan serte doğru şöyle sıralayabiliriz:
i. Dostane görüşmeler
ii. Karşılıklı müzakereler
iii. Arabulucu ülke nezaretinde müzakereler
iv. Çok uluslu mekik diplomasisi
v. Uluslararası tecrit (izolasyon ve yalnızlaştırma)
vi. Gövde gösterileri
vii. Tehditler
viii. Ambargolar ve ekonomik müdahaleler
ix. Askerî müdahaleler
Bu enstrümanlar arasında saymak istemediğim bi ikna aracı daha var: Terörizm. Terör bir sosyoloji terimi, terörizm ise siyaset terimidir. Hiçbir terör örgütü ve faaliyeti sivil girişimle ortaya çıkmaz; bir siyasi irade tarafından sevk ve idare edilirler. Bu yönüyle terör örgütleri, vekalet savaşları için kurulup, donatılıp, sahaya sürülen taşeron kuruluşlardır ve gayrihukukî ikna araçlarıdır. ABD, Afganistan’ı ve ardından tüm İslam coğrafyasını işgal girişiminin meşru olduğu konusunda dünya kamuoyunu ikna etmek için El-Kaide adlı terör örgütünden istifade etmiştir. Avrupa ülkeleri de Türkiye’yi bazı politikaları hayata geçirmesi için PKK ile köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadır. Örnekler epey çoktur.
Siyasal iletişimi güçlü ülke, totalde güçlü ülkedir. Bu doğrultuda güçlü ülke olabilmek için bir yandan algı ve ikna enstrümanlarını en iyi şekilde kullanırken bir yandan da hasım ülkelerin algı ve ikna çalışmalarını boşa çıkarıcı hamleler yapmak gerekmektedir. Dezenformasyona güçlü enformasyonla yanıt vermek bu bağlamda gösterilecek en çarpıcı örnektir. Ülkeler hasımları aleyhinde sürekli dezenformasyon yaparak hem kendi seçmenleri nezdinde puan toplamaya hem de hasımlarını uluslararası arenada sıkıştırararak tavizler koparmaya çalışırlar. Örneğin Türkiye’de insan hakları ihlali olduğuna dâir Batılı ülkeler keyiflerine göre raporlar yayınlamakta ve Türkiye’yi hizaya çekmek için bu raporları referans göstermektedirler. Evet, Türkiye’de insan hakları ihlali vardır ancak bizi bu konuda eleştiren ülkelerdeki insan hakları ihlalleri bizden katbekat fazladır. Ne var ki bu durumu aynı onlar gibi sözde ya da özde araştırmalarla raporlaştırıp uluslararası arenada dünya kamuoyuna duyuramazsanız dezenformasyona enformasyonla karşılık vermemiş olursunuz ki bu da büyük eksiklik ve siyasi gaflettir.
Siyasi figürler, ulusal ya da uluslararası arenada güçlü bir iletişim tesis edebilmek için sivil toplum örgütlerinden de faydalanırlar. Dernekler, vakıflar, platformlar, kamu tüzel kişiliğine hâiz topluluklar çok etkili siyasal iletişim araçlarıdır. Son zamanlarda bir de sosyal medya toplulukları çıktı ki bunu da sivil toplum örgütleri kapsamında değerlendirmek yerinde olacaktır. Örneğin hemen her partinin artık ‘troller’ diye tabir olunan bir sosyal medya ordusu var ve herhangi bir sosyal gelişmede bu ordular harekete geçerek sosyal medya mecralarında kıyasıya savaş veriyorlar.
Siyaset, derinlemesine birçok boyutu olan geniş bir sahayı kapsadığı için hayatımızın her anına nüfuz etmektedir ancak siyasetten daha geniş, daha canlı, daha efektif bir bilim olan iletişim de siyasetin her zerresine nüfuz etmiştir. Bu durumda siyasal iletişim üzerine ne yazılsa, ne söylense azdır. Umarım bu kadarla yetinirsiniz.
Çok uzun bir yazı ama bir çırpıda okudum ve çok da bilgilendim. İşte bu bir Zeynep Alankuş klasiği diyorum, başka da bir şey demiyorum.