Nâzimâ ile Reşad’ın Mükemmel Osmanlı Lügatı adlı eserinde siyaset ilk anlamıyla, “umûr-u teb’ayı, mesâlih-i devleti mihver-i lâyıkında cereyan ettirmek suretiyle olan hâkimlik”; ikinci anlamıyla, “mücrimin üzerine tertip eden mücazatların icrası” şeklinde tanımlanmıştır. Bizim için önemli olan ilk anlamına göre siyaset; devlet sınırları içinde yaşayan herkesin devletle olan iş ve ilişkilerini belli usûl ve esaslar dairesinde idare etmektir. Türk Dil Kurumu'nun tanımına göre ise “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayıştır”. Söz konusu tanımlardan yola çıkarak “iyi” bir siyasetçiyi; devlet nezdinde olmak üzere halkın işlerini, isteklerini ve ihtiyaçlarını yerine getirmek vaadiyle ve hür iradesiyle bir dizi sorumluluk yüklenen kişi” şeklinde tarif edebiliriz.
Yönetim, idare kelimesiyle eşanlamlı olduğu kabulünden yola çıkıldığında, Nâzimâ ile Reşad’ın Mükemmel Osmanlı Lügatında döndürülmek, bir müdürün uhdesindeki vazife, bir idareye mahsus bina, taayyüşü (yaşamı) yoluna koyuş, medâr-ı taayyüş (yaşama sebebi) ve kaide-i tasarrufa riayet gibi çeşitli anlamlara gelmektedir. Türk Dil Kurumu'nun Sözlüğünde ise sadece bir adet gerçek anlamı verilmiş olup o da “yönetme işi, çekip çevirme, idare” şeklinde belirtilmiştir. Aynı Sözlükte “idare” kavramı ise ilk anlamıyla “yönetme, yönetim, çekip çevirme”, ikinci anlamıyla “ülke işlerinin yürütülmesi, kamuya ilişkin hizmetlerin bütünü”, üçüncü anlamıyla “bir kurum veya kuruluşun yönetildiği yer veya makam”, dördüncü anlamıyla “bir kurumun işlerini yürüten kurul”, beşinci anlamıyla “tutum”, altıncı anlamıyla “idare kandili veya lambası”, yedinci anlamıyla “hoş görme, göz yumma”, sekizinci anlamıyla “yetinme” şeklinde belirtilmiştir. Görüldüğü üzere idare kelimesi, bilimsel yönden sadece ilk anlamıyla yönetim kelimesinin tam karşılığı olmakta ancak diğer anlamları da yönetimin (idarenin) çeşitli vasıflarını ortaya koymaktadır. İyi bir yönetici, söz konusu tanımlara göre; “kaynakları idareli kullanan, tutumlu hareket edip israftan kaçınan, yönetilenlerin barış içinde çalışmasını sağlayan, yönetsel işleri bir hizmet anlayışıyla çekip çeviren ve başarısı nispetinde bir makama sahip olan kişidir”.
XIX. Yüzyıl, rönesansla başlayan bilimsel araştırma ruhunun sosyal bilimlere ve siyaset incelemelerine yerleştiği dönemdir. Ancak siyasetin bilim olarak gelişimi, Batı’da II. Dünya Savaşı sonuna kadar hukuk ve tarih çalışmalarının gölgesinde kalmıştır. Çağdaş siyaset bilimi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kökenli olmakla birlikte, sosyal bilimlerin gelişmesi kıta Avrupa’sından göç eden bilim adamlarınca gerçekleşmiştir. Bununla birlikte Max Weber, Emil Durkheim, Pareto gibi isimlerin yaptığı çalışmalar ABD’de yakından takip edilmiştir. ABD siyaset biliminin erken gelişmesinin nedenlerinden biri de Amerikan iç savaşıdır. İç savaşa yol açan olayların temelinde yatan anayasal hak ihlalleri, akademisyenleri anayasa ile yönetimin rolünü inceleyen deneysel ve kurumsal çalışmalara yöneltmiştir. 1890'larda ABD’deki birçok üniversitede diğer sosyal bilimlerden bağımsız olarak siyaset bilimi kurulmuştur. Yönetim bilimin oryaya çıkışı, siyasetin bir bilim olarak kabulüyle tarihsel yakınlık göstermektedir. Frederick W. Taylor’un uyguladığı zaman ve hareket etütleri sonucu ulaşılan bilgiler, örgüt ve yönetim kuramları olarak formüle edilecek bilgilerin, dolayısıyla da yönetim biliminin başlangıcı olarak kabul görmektedir.
Endüstri devriminden günümüze değin ortaya konan bilimsel çalışmalar neticesinde hem siyaset hem de idare; kendine özgü gelişim süreçleri, çalışma sahaları, kuralları ve yöntemleri olan sosyal disiplinlere dönüşerek sıradan birer kavram olmaktan çıkarken birbirlerinden de ayrılmış, iki farklı bilim dalı haline gelmişlerdir.
Siyaset ve idare kavramlarını pekiştirip yerli yerinde kullanabilmek için; mesela ben falanca partinin değil Devletin memuruyum deme erdem ve ahlakını göstereblmek için iki kavram arasındaki ortak yanları ve farklılıkları layıkıyla bilmek gerekmektedir.
Siyaset ve idare arasındaki ortak yanlar şunlardır:
Meşru Zemin: Gerek siyasetin gerekse idarenin meşru bir zemin üzerine kurulu olması, her şeyden önce anayasal hukuk devleti ilkesinin bir gerekliliğidir. Zira meşruiyet kaynağının ilahi erkten koparılması ve tebaanın yerini vatandaşların almasıyla beraber hukuk devleti diyebileceğimiz modern devlet yapısı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Siyaset, meşruiyetini halkın hür iradesinden alır. Bu da demokratik hukuk devletinin yine anayasal bir gerekliliğidir. İdare ise meşruiyetini hukuk devletinin yasama erkinden alır. Yasal prosedürler çerçevesinde atanan ve tüm işlem ve eylemlerini yasal haklar çerçevesinde yürüten idarî unsurlar, devlet otoritesinin şemsiyesi altındadırlar.
Demokratik Duyarlılık: Meşruiyetini demokratik hukuk düzeninden alan siyaset ve idare, demokratik duyarlılığa sahip olmakla yükümlüdür. Aksi durumda meşruiyetleri sorgu konusu olmaktadır.
Siyaset sahasında demokratik duyarlılığın birtakım tezahürleri vardır:
• Seçmenin tercihinin sandığa ve seçim sonuçlarına şüpheleri bertaraf edecek şekilde yansıması,
• Seçilenlerin ‘mazbatayı’ bir amaç değil ‘emanet’ olarak idrak etmesi,
• Seçmenlerin seçim sürecinde kullanılan araç değil vekalet veren taraf olarak görülmesi,
• Seçilenlerin faaliyetlerini yasal hak ve ödevler ile toplumsal sorumluluk kapsamında yerine getirmesi.
• Seçilenlerin emanet aldıkları göreve ilişkin faaliyetlerde demokratik hukuk devleti sınırlarının dışına çıkmaması,
• Seçilenlerin seçmenlere faaliyetleriyle ilgili rutin bilgi ve hesap vermesi.
Yönetim sahasına ilişkin demokratik duyarlılığın gerekleri ise şunlardır:
• Her türlü iş, işlem ve eylemde hukukî sınırlara riayet edilmesi,
• Verimli ve etkin çalışılması,
• Tutumlu (ekonomik) olunması, savurganlıktan kaçınılması,
• Kamu hizmetinin vatandaşa hak ettiği hizmeti vermek olarak benimsenmesi,
• Görevin sahiplenilmesi ve vatandaşla ilişkilerin içselleştirilmesi,
• Hesap verebilirliğin etkin bir denetimle ve sürekli olacak şekilde sağlanması,
• Yetki ve görevlerin şeffaf şekilde yerine getirilmesi, örtülü faaliyette bulunulmaması.
Demokratik duyarlılık geliştikçe hem siyasetçiler hem de yönetim mekanizmasındakiler halka hizmete odaklanacak, “halka hizmet Hakk’a hizmettir” söylemi ete kemiğe bürünmüş olacaktır.
Liyâkat: Bir işe yakışma ve ehil olma anlamındaki liyâkat, gelişmiş ülkelerin gerek siyasi gerekse idari yapısında en çok dikkat çeken özelliklerden biri; hatta söz konusu ülkelerin gelişmişlik sebebidir. Liyâkatin olmadığı yerde makam, mevkii ve pâyeler, maddi menfaat karşılığında yahut eş, dost, ahbaplık, hemşericilik gibi hatır gönül ilişkileri ile hak etmeyen kişilere tevdi edilmektedir. Aynı zamanda karar verici konumundaki bu kişiler, yanlış kararlara imza atarak işleri içinden çıkılmaz duruma dönüştürebilmektedir. Öte yandan liyâkatsiz kişilerin öne geçmesi, liyâkat sahibi olduğu hâlde geride kalan kişiler arasında huzursuzluk meydana getirmekte, onların çalışma şevkini kırmakta, iş barışını tehdit etmektedir.
Yanı sıra liyâkat, memur hukukunun sınıflandırma ve kariyerle birlikte üç temel prensibinden biridir. Yönetimin yapı taşı olan memurların liyâkata dikkat edilerek atanacağı, yer değiştireceği ve görevlendirileceği esastır. Ancak liyâkat genel ve evrensel bir ilke olup kanun metninde yazılı olup olmasına bakılmaksızın dâima göz önünde tutulmalıdır. Nitekim siyasette liyâkate atıf yapan yazılı bir kural bulunmamaktadır; ancak hem ülke yönetimine hem de seçmenin teveccühüne talip olan siyasetçilerin liyâkatli olması beklenmektedir.
Sadâkat ve Devlete Bağlılık: Sadâkat ve devlete bağlılık, memur hukukunda memura yüklenen ödev ve sorumluluklar arasındadır. Sadâkat sadece kamu yönetiminde değil, özel sektör yönetiminde de aranan bir fazilet olarak karşımıza çıkmaktadır. Kamu yönetimindeki sadâkatte ilaveten devlete bağlılık ödevi de yüklenmiştir. Esasında sadâkat ile bağlılık eş anlamlı kelimelerdir. Demek ki kanun koyucu, sadâkati sadece yapılan işe karşı değil genel olarak devlete karşı öngörmektedir.
Siyaseten bakıldığında da siyasetçinin siyaset yaptığı devlete sadık olması gerekmekte ve açıkça beklenmektedir. Bunun aksi bir tutum, vatan hainliğine kadar gidecek bir yol açar. Siyasetçinin devlete olan sadâkatinin seçmen bazında göstergesi, kendisine inanarak oy veren seçmenleri yarı yolda bırakmamak, onlara sırt çevirmemek ve verilen vaatleri mümkün mertebe yerine getirmektir. Devlete olan sadâkatin resmî göstergesi ise devletin millî menfaatlerini koruyup kollamak için gayret sarf etmektir.
Değişime Açıklık ve Esneklik: Bilgi çağının olanakları ve sürekli gelişen teknoloji karşısında gerek siyaset ve gerekse yönetimin sürekli değişime açık ve mümkün mertebe esnek bir anlayışla temellendirilmesi gereği ortaya çıkmıştır. Değişime direnç gösteren katı kurallar, verimliliği düşürür.
Değişime açıklık ve esneklik tek başlarına bir anlam ifade etmemektedir; ikisinin bir arada bulunması gereklidir. Çalışma modellerinden iş plan ve programlarına kadar pek çok alanda esnek olunabilir; ama teknolojik olanaklardan faydalanmaksızın esnekliği sağlamak mümkün değildir. Esnek bir yaklaşım olmaksızın da değişime açık bir yönetim veya siyaset modeli ortaya konamaz.
Ölçülülük: Ölçülülük, bir anayasa ve idare hukuku prensibidir. Yürütülen faaliyetlerin fayda-zarar analizinin yapılarak faydası zararından fazla olan işlerin tercih edilmesi demektir. Anayasa ve idare hukukunun en önemli uygulayıcıları arasında hiç şüphesiz bürokratlar ve siyasetçiler yer almaktadır. Bu itibarla yönetim ve siyaset mekanizması içinde ölçülülüğe mutlaka riayet edilmelidir.
Halk arasında sıkça kullanılan “attığın taş ürküttüğün kuşa değecek” sözüyle ölçülülük vurgulanmaktadır. Sonuçlarının ağırlığı ve telafisinin zorluğundan ötürü özellikle siyaset ve idare unsurları ölçülü hareket etmeyi düstur edinmelidir.
Fedakârlık/Özveri: Siyasette hedeflenen amaçlara ulaşmak için birtakım kişisel menfaatlerden feragat edilmesi gerekebilmektedir. Özellikle mühim makamlardaki siyasetçilerin sağlıklarını kaybetme uğruna uykusuz kaldıkları, ailelerine vakit ayıramadıkları ve diğer birtakım zor durumlara katlandıkları bilinmektedir. Seçmenin teveccühünü ve güvenini emanet almış, üzerine büyük beklentiler yüklenmiş bir siyasetçi, sorumluluk sahibi olduğu sürece stresli bir hayat sürecek, verilen emanetlere en iyi şekilde riayet etmek için duruma göre insanın tabii sınırlarını zorlayan efor sarfetmek zorunda kalacaktır.
Yönetimdeki unsurlar da fedakârlık temellinde çalışmak zorundadırlar. Çalışılan iş karşılığı alınan maddi karşılık her zaman her şey değildir. Bazı hassas süreçlerde olağandan fazla mesai saatinde veya daha zor şartlarda çalışmak gerekebilmektedir. Bir de üstlendiği işin doğası gereği daima fedakârlık yapması gereken yönetim unsurları vardır. Bu nevîden sayabilecek kolluk güçleri, askerler, istihbaratçılar ve benzeri unsurlar, siyasetçiler gibi özel yaşamlarından dâhi kısacak kadar ileri boyutta fedakârlık göstermek durumundadırlar.
İçselleştirme ve İşi Sahiplenme: Hem siyaset hem de idare, genel çıkarların özel çıkarlara tercih edildiği ve sonucu itibarıyla iş sahibini de bağlayacak olan süreçleri ifade etmektedir. Devlet, vatan, millet gibi kutsal değerler için çalıştığını düşünen her siyaset yahut yönetim unsuru, esasında kendisi için de çalışmaktadır. Zira şahsın bizatihi kendisi devlet, vatan, millet gibi kutsal değerlerin bir parçasıdır. Bu sebeple siyaset ve idare mekanizmasındaki bir kişi, üstlendiği her iş kendi işiymiş gibi sahiplenmeli ve işin icrası esnasında tüm aklî ve fizikî imkânlarını devreye sokarak samimi bir performans ortaya koymalıdır.
Örnek bağlamında Ukrayna'nın yeni Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, yemin töreninde devlet memurlarını, bürokratları ve devlet yetkililerini şöyle ikaz etmiştir: “Çalışma ofislerinize benim fotoğraflarımı değil, çocuklarınızın fotoğrafını asın. Bir karar vereceğiniz zaman o fotoğraftaki çocuğunuzun gözlerine bakın; çocuğunuz yaptığınız işlerden dolayı sizinle gurur mu duyacak, yoksa utanacak mı? Yaptığınız her işte bu gerçeği dikkate alarak hareket edin.”
Stratejik Düşünce: Siyasette kalkınma planları ve parti çalışma programları gibi plan ve programlar; idarede ise stratejik planlar, eylem planları ve performans programları gibi belgeler doğrultusunda iş süreçleri yürütülür. Faaliyetlere ilişkin standartları, mevcut durumları, riskleri, sorumlu birim veya kişileri ve belirli bir zaman zarfında bitirilmesi öngörülen eylemleri içeren bu plan ve programlar, siyaset ve idare unsurlarının uyması gereken yol haritalarıdır. Söz konusu plan ve programları en ideal şekilde hazırlamak, en optimum düzeyde hayata geçirmek ve en başarılı sonuçları alabilmek için stratejik düşünce yeteneğine sahip olmak gerekmektedir.
Nizamülmülk, meşhur Siyasetnâme’sinde “padişah, düşmanlarla barışa yer kalacak şekilde savaşmalı, savaşa yer kalacak şekilde de savaşmalıdır” derken stratejik düşüncenin önemine vurgu yapmaktadır.
Etik: Etik, kişinin davranışlarına esas teşkil eden ahlak ilkelerinin bütünüdür ve her şeyden önce insan ve toplum için ideal olanın tercih edilmesidir. Etik disipline göre dürüstlük ve dürüst biri, yasalar öyle gerektirdiği için hakkı olandan azını almaya hazır (razı) olandır.
Son zamanlarda özellikle kamu yönetiminde etiğe ilişkin bir farkındalık meydana geldiği; bu minvalde Kamu Görevlileri Etik Kurulu ile tüm kamu idareleri nezdinden etik komisyonları kurulduğu görülmekte, kurumlar etik konusunda meslek içi eğitimler düzenlemektedir. Bütün bu gayretlerin sebebi etiğin yönetim için gerçekten de büyük önem arz etmesidir. Etik ilkeler, tüm yöneticilere ve yönetilenlere insanî birtakım sorumluluklar yüklemekte bu sorumlulukları disipliner işlem gibi müeyyidelere bağlayarak somutlaştırmaktadır.
Siyasi etik ise köklerini öncelikle uluslararası siyasi teamüllerde bulmuştur. Özellikle diplomasiye ilişkin nezaket kuralları, yazısız olması hasebiyle felsefi mânâda etiğe gerçek bir örnek teşkil etmektedir. Ulusal siyasette ise partiler arası ilişkilerden siyasetçilerin birbirlerine ve seçmenlere karşı ilişkilerine kadar geniş bir yelpazede etik kavramıyla karşılaşmaktayız. Bir yöneticinin makamını ziyaret eden siyasetçinin söz konusu yöneticinin makam koltuğuna oturmaması siyasi etik gereğidir. Zira siyasette ikili ya da çoklu görüşmelerde oturulan sandalyenin boyu veya kişilerin oturuş tarzı bile büyük önem taşıyan hassas konulardır.
Siyaset ve idare arasındaki temel farklılıklar ise şunlardır:
Genel Konsept, Aktör, Oyuncu, Rol ve Kurgu Farklılığı: Siyasetin temel kavramları; egemenlik, iktidar ve otorite, meşruiyet, devlet, minimal devlet, sosyal devlet ve hukuk devletidir. Machiavelli, Bodin ve Hobbes gibi düşünürler egemenliği neredeyse kutsamaktadır. Diğer temel kavramlar yönünden de günümüzde hemen hemen bir uzlaşı sağlanmış bulunmaktadır. Bu temel kavramlar, aslında siyaset mekanizması içindeki genel konsepti, aktörleri, diğer oyuncuları, rolleri ve kurguyu oraya koymaktadır. Şöyle ki egemenlik genel konsepti, iktidar ve otorite baş aktörü, siyasi partiler gibi unsurlar diğer aktörleri, devlet ve minimal devlet kurguyu, sosyal devlet ile hukuk devleti ise rolleri ifade etmektedir. Bunların hepsi eşgüdüm ile çalışan bir bütün olduğunda devlet çarkı en iyi şekilde dönmekte ve siyasal sistem işlerlik kazanmaktadır.
İdarede ise genel konsept örgütteki (devletteki veya diğer alt örgütlerdeki) devamlılık, baş aktör üst yöneticiler, diğer aktörler bürokratlar, kurgu plan ve programlar ile desteklenen onaylı iş süreçleri, rol ise kurguya binaen çalışıp mesai yapmaktır.
Yöntem Farklılığı: Geri bildirimden başarı düzeyi analizine kadar siyasetle idare arasında derin yöntem farklılıkları bulunmaktadır. Örneğin yönetim biliminde geri bildirimler mutat bir çalışma şekli olabilirken siyasette başarı düzeyinin analiz yöntemidir. Nitekim yöneticilerin çalışanlarına geri bildirim vermesi, işlerinde başarılı olmalarını sağlayan en önemli katkıların başında kabul edilmektedir. Hatta geri bildirimin gerçek zamanlı ve gündelik iş yaşamının ayrılmaz bir parçası olması gerektiği belirtilmektedir. Siyasette ise seçmenin teveccühündeki değişim veya seçmenin bir sonraki seçimde göstereceği tutum bir geri bildirim şekli olup aynı zamanda siyasetçinin başarı düzeyini test etmesi için doğal bir yöntemdir.
XIX. Yüzyılda, ABD üniversitelerindeki ilk siyaset bilimi kürsüleri çalışmalarında tarihsel karşılaştırmalı yöntemi esas almışlardır. XX. Yüzyılların başlarından itibaren siyasetin incelenmesinde doğa bilimleri modeline uyularak tümevarım metodu benimsenmiştir. Özellikle iki dünya savaşı arasındaki dönemde siyaset bilimi, ABD’de kantitatif yöntemleri içeren bir içerik kazanmıştır. Siyasal kuram alanında bazı çalışmalar yapılmakla birlikte pragmatizmin de yükselişiyle ampirizm egemen akım konumuna gelmiş, sosyal olgular belirli bir kuramsal çerçeveden arıtılmış olarak araştırma konusu edilerek kuramsal bir açıklamadan çok salt olayın incelenmesi ve gözlenmesi ilkesinden hareket edilmiştir. Bu yönelim sonucunda incelenen her olay ve olgu en ince ayrıntısına kadar tetkik edilirken ilişkilerin kuramsal bir çerçeveye oturtulması ihmal edilmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda siyaset biliminde davranışçı akım belirmiştir. Bu akımın ampirist yönelimleri bilimsellik kaygısıyla sürdürülmüştür. II. Dünya Savaşına kadar kurumsalcı olan ana yaklaşım, Avrupa’da baş gösteren faşizm, sömürgecilik, angarya gibi olguların açıklamasında yetersiz kalınca savaş sonrası süreçte davranışçı psikoloji daha çok ön plana çıkmış, bilimsel düşünce kaygısı artmıştır. Yanı sıra pragmatizm yerini mantıksal pozitivizme bırakmıştır. Bu geçiş sürecinde matematik, istatistik ve kantitatif yöntemlerle veri toplanması, ampirik araştırmalara ağırlık verilmesi gibi eğilimlerle siyasi olay ve olguların ölçülmesinde rasyonel tercihler etkili olmuştur.
“Çok veri, çok analiz” düşüncesinin hâkim olduğu II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda, sayısız ayrıntılı verinin bilimsel değerlendirmelerde sağlıklı bir zemin oluşturmayacağı anlaşılmıştır. Bu nedenle, XIX. yüzyılda kuramsal açıklama yönteminin yeterince bilimsel olmadığı düşüncesine binaen gelişen ampirizm, aynı nedenlerle eleştiri konusu edilmiştir.
1960’larda, bir zorunluluk olarak siyaset biliminde kuram gereksinimi baş göstermiş ve siyasal olaylara kuramsal çerçeve getirmek bir zorunluluk şeklinde telakki edilmiştir. 1960 sonrası akımda başlıca temel yaklaşım salt ampirik gözlemle analitik yöntemi birleştirmek olmuştur. Bu minvalde olayları incelenmeden önce ana kavramlardan hareket edilmesi, buna mukabil incelemenin bir dizi varsayımı doğurmaya elverişli olması, bazı varsayımların hemen ölçülebilir olması, bazılarının ise yeni sonuçlara yöneltecek nitelikte soruların sorulmasına olanak sağlaması göz önünde tutulan hususlar olmuştur.
Görüldüğü üzere siyaset sahasında yöntemlerin gelişimi, siyasal gelişmelerin dinamik yapısından çok fazla etkilenmektedir. İdari sahadaki yöntem gelişiminde ise siyasal gelişmeler kadar iktisadi yapının, teknolojinin ve toplumsal beklentilerin etkili olduğu görülmektedir. Ancak idarede yöntem, siyasetteki gibi genel bir anlam taşımamakta, örgüt tasarımından başarı analizine kadar çeşitli konularda farklı şekillerde karşımıza çıkabilmektedir.
Görecelilik ve Fırsatlar: Siyasi ideolojiler ve yapılanmalar, tarihî, coğrafî ve kültürel şartlara göre değişiklik gösterebilmekte, bazen aynı ideolojiler bile farklı toplumlarda farklı şekillerde tezahür edebilmektedir. Kültürel farklılıklar ve toplumsal duyarlılıklar nedeniyle bir ülkede önemsiz olan bir enstrüman diğer bir ülkede fırsata dönüşebilmektedir. Örneğin Japonların 1867’deki Meiji Restorasyonundan sonra tekrar beklenmedik bir şekilde ekonomik bir deve dönüşmelerinin altında yatan sebep, ulusal hedeflere ulaşmak ve Japon değerlerini somutlaştırmak için ister maddi teknikler ister sosyal kurumlar olsun ithal araçlar (ve bu arada itham hammadde) kullanmaktaki eşsiz yetenekleridir. Yanı sıra Japonlar, Konfüçyüs’ün karşılıklı ilişkiler etiğiyle bütünleşecek şekilde müşteriyi sırf bir kazanç kaynağı olarak görmemekte; her alışverişin bir ilişki meydana getirdiğini ve her bir ilişkinin de bir sadakat sorumluluğu doğurduğunu kabul etmektedirler.
Siyasete doğrudan yansıyan tarihî, coğrafî, kültürel farklılıkların yönetim bilimine yansıması sınırlı ve dolaylıdır. Yönetimin kuralları, kuramları ve doğruları, ülkeden ülkeye ve kültürden kültüre ciddi ölçüde farklılık göstermemektedir.
Kurumlar ve Kurumsallaşma: Siyaset biliminin kurumsallaşması ilk kez ABD’de gerçekleşmiştir. Söz konusu kurumsallaşmanın ilk kilometre taşları Amerikan Siyaset Bilimi Derneğinin faaliyete başlaması ve bu Derneğin yayınları olmuştur. Amerikan orijinli siyaset biliminin süreç içinde tarih, hukuk ve ekonomi ile olan ilişkilerinde azalırken sosyoloji, psikoloji ve antropoloji ile ilişkisinin arttığı görülmektedir. Yönetimin kurumsallaşması ise örgüt hiyerarşisinin ortaya çıkmasına bağlı olarak çok eski çağlara uzanmaktadır. M.Ö. 209’da kurulan ve tarihin bilinen en eski düzenli ordusu olan Türk Ordusu, başkomutanından (kağan) erine kadar onarlı hiyerarşiye göre teşkilatlanmış, çağına göre mükemmel bir örgüttü. Türk Ordusunun gücü, katı hiyerarşi ve iyi yönetimden kaynaklanan disipline dayanıyordu. Bu itibarla Türk Ordusu, iyi yönetim sonucu kazandığı başarılılar ile yönetim, teşkilatlanma ve levazım gibi konularda diğer ordulara da örnek teşkil etmiştir.
İdeoloji ve Düşüncenin Etkisi: Siyasete yön veren çeşitli ideolojiler vardır, başka bir deyişle her siyasi mekanizma bir ideolojinin eseridir. İdeoloji, bakış açısını yansıtır ve genel siyasi tutumu şekillendirir. Örneğin insancıl hukukun geliştiği düşünülen Avrupa’da göç yönetimi giderek göçmenlerle mücadeleye dönüşmektedir. Avrupa’da göçmen karşıtlığı (anti-immigrant) ve yabancı düşmanlığı (xenopobhia) her geçen gün biraz daha ilerlemektedir. Avrupa’da yabancılara ilişkin mevcut asimilasyonist ve çok-kültürlülük yaklaşımları arasındaki farklılık, Birliğin ırkçılığa karşı girişim ve hareketlerinin ortak bir amaçta ilerlemesini engellemektedir. Bu noktaya gelinmesinin nedeni, insan hakları ve vicdan odaklı bir siyasi düşünceye sahip olunmayışıdır.
Yönetimde ise örgüt bir makine (mekanik) yahut canlı (organik) olarak değerlendirilsin, sürekli çalışması/çalıştırılması esas olduğundan ideoloji ve düşünce farklılıkları genel çerçeveyi belirleyici rol oynamamaktadır. Hatta çoğu zaman düşünce farklılığı bir zenginlik addedilip fırsata dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Temsil Farklılığı: Siyasette temsil, vekâlet-emanet usûlüdür. Bu nedenle belirli zaman periyotlarıyla sınırlıdır. Vekâleti veren halktır (seçmendir), vekâleti alan siyasetçidir. Siyasetçi aynı zamanda seçmenin güvenini emanet almaktadır. Seçim süreci sonucunda başarılı olan (seçilen) siyasetçiler, seçmenlerin temsilcisi sıfatını da taşırlar ve maddi-manevî sorumlulukları bu nispette ağırlaşmaktadır. Seçilmişler, kendilerini seçen halkın iradesini yasama fonksiyonuna yansıttıkları sürece sorumluluklarını yerine getirmiş olmaktadırlar.
Yönetimde ise “atanma” esastır. Belirli şartları sağlayan adaylar, yönetim mekanizmaları içinde ve kahır ekseriyetle bir zaman periyodu öngörülmeksizin görevlendirilirler. Atanmışlar, evvelemirde kendilerini atayan makama karşı idari bir sorumluluk taşırlar. Bu sorumluluğu hukukî, malî ve cezaî sorumluluk takip etmektedir.
Baskı ve Çıkar Grupları Farklılığı: Devletin genişleyen ve büyüyen sorumluluk alanında sivil toplum, vatandaş olmaktan öteye yeni özerk alanların sahibi olarak çoğulculuk, bağımsızlık, dayanışma, toplumsal bilinçlenme, katılım, eğitim, sorumluluk türü anlayışlarla elde edilen kazanımların sergilendiği özerk alanı temsil eder hâle gelmiştir. Bir yabancı kaynağa göre siyaset, “belli bir toplumsal sınıf, parti veya grubun çıkar ve amaçları çerçevesinde gelişen etkinliklerin devlet organlarına ya da tümüyle devlete toplumsal ve ekonomik yönden yansımasıdır”. Dolayısıyla sivil toplum, siyasette doğal bir baskı unsurudur. Bir de rant gibi beklentilerle siyasi süreçlere katılan ve siyasi mekanizmalara nüfuz etme güçleri bulunan çıkar grupları bulunmaktadır. Siyaseti, baskı grupları ve çıkar gruplarından soyutlamak mümkün değildir.
Yönetimde de baskı ve çıkar gruplarıyla karşılaşılabilmektedir; ancak konu yönetim ve dolayısıyla daha fazla şeffaflık ve hesap verebilirlik olduğu için baskı ve çıkar grupları doğal bir süje değil de istenmeyen bir tehdit unsuru olarak kabul edilmektedir. Baskı grupları (örneğin iktidara yakın sendika örgütü) yönetimde (özellikle bürokraside) adam kayırmaya, yolsuzluğa ve bir dizi hukuksuzluğa neden olmaktadır. Çıkar grupları (örneğin Cumhurbaşkanıyla aynı şehirde doğanların kurduğu hemşeri derneği) da baskı grupları gibi istenmeyen sonuçlara neden olmakta ve iş ahengini bozmaktadır.
Denetim Farklılığı: Yönetimde üç çeşit denetim vardır: Hiyerarşik denetim, vesayet denetimi ve dış idari denetim. Özellikle hiyerarşi (sıradüzen) denetimi, disiplinin sağlanması yönünden varlığını her an hissettirmek suretiyle yönetim mekanizmalarının işleyişine şekil vermektedir. Bu temel denetimlerin dışında yönetim kademeleri dış denetim (düzenlilik denetimi ve performans denetimi) ve iç denetim ile de sıkı kontrol edilmektedir.
Siyasette ise “denetim” oldukça farklı bir anlam ifade etmektedir. İç denetimi parti tüzükleri gibi özel belgeler şekillendirirken dış denetimi bağımsız denetim şirketleri yüklenebilmektedir. Hukukî sorumluluk doğduğunda da bürokrasideki idari yargıdan farklı bir hukuk rejimine tabi olunmaktadır. Hatta siyasi partilerin malî denetimi Anayasa Mahkemesince kendine özgü (sui generis) bir usûlde gerçekleştirilmektedir.
Teşkilatlanma Farklılığı: Siyasetin ve idarenin özünde örgüt mantığı yer almaktadır. Tüm siyasî ve idari yapılar birer örgüttür. Ancak teşkilatlanmaları oldukça farklıdır. Yönetimde hiyerarşik düzene bağlı bir ağ kurulmaktadır. Bu ağ, diğer yönetim ağlarıyla irtibatlıdır ve hepsinin toplamından devlet denen sen üst düzey (superior) örgüt meydana gelmektedir. Yönetimde her örgütün teşkilat şeması, tereddütlere mahal vermeyecek şekilde belirlenmiş ve ilan edilmiştir.
Siyasette ise teşkilatlanma daha gevşek bağlarla kurulmuştur ve oldukça esnektir. Siyasi mekanizma istediği zaman dikey ve yatay teşkilat kademelerini arttırabilir ya da eksiltebilir. Siyasi teşkilatlanmanın başında karizması ön planda olan bir lider bulunur ve liderin teşkilat üzerinde tasarruf kabiliyeti çok etkilidir, belirleyiciliği de o nispette çok fazladır.
Yönetişim Farklılığı: Siyasette yönetişim, halkın seçilmişlerle birlikte yönetime katılması ve alınan kararlarda söz sahibi olması suretiyle gerçekleşmektedir. Avrupa Konseyi bünyesinde yerel yönetimlerden sorumlu Avrupa Bakanlar Konferansında kabul edilen ve 1988’de Strazburg’da imzalanarak akdolunan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı (European Charter of Local Self Government), günümüzde Türkiye dâhil 47 ülke tarafından onaylanmış bir uluslararası antlaşma olmanın ötesinde, barındırdığı birçok ilkesel kararla Avrupa yerel yönetimlerinin özerkliğini sağlamada ulus devletlere yön veren bir anayasa hüviyetine bürünmüştür. Şartın yürürlüğe girmesinden sonraki süreçte özerkliğin ancak katılımla sağlanabileceği anlaşılmıştır. Şartın temel hedefi, halkın yerel yönetimlere mümkün mertebe en etkin şekilde katılarak gerçek bir yönetişimin sağlanmasıdır. Türkiye’de kent konseyleri kurulması gibi adımlarla siyaset alanında etkin bir yönetişim gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
Yönetişim, yönetimin ise zaten doğasında bulunmaktadır. Modern kamu yönetimi anlayışına ilişkin bir kavram olmakla birlikte idarede yönetişim modellerini hayata geçirmek, özellikle dış paydaşların idari faaliyetlere katılımını sağlamak suretiyle gerçekleştirilebilmektedir.
Son birkaç kelam etmek gerekirse…
Siyaset ile idare arasındaki ilişki, siyaset ile hukuk arasındaki ilişkiye benzemektedir. Hukuk, teoride her ne kadar bağımsızlığı vurgulansa da ancak siyasi güvence ile tahkim edilebilir. Aynı şekilde hukukî bir zemine oturmadığı sürece de siyasetin meşruiyeti sorgulanır. Bu itibarla hukuk ve siyaset bir nebze birbirinin içine girmiştir ve bu da modern devlet teorisinin olağan bir gerekliliğidir. Siyaset ile idare de bir ölçüde kesişmek zorunda olduklarından birbirlerinden tamamen bağımsız değildirler. Siyasi meşruiyet olmadan idarenin yaptırım gücü olmayacağı gibi hizmet üretmesi de güçleşecek ya da hiç hizmet üretemeyecektir. Öte yandan idare, siyasetin hizmete dönüştüğü meşru sahadır. İdari mekanizmalar üzerinden vatandaşa ulaşılır ve planlanan çalışmalar gerçekleştirilir. İdareden bağımsız bir siyaset düşünülemez.
Henry Kissinger ile birlikte son zamanların iki gözde siyaset teorisyeninden biri olan Francis Fukuyama, temel siyasi kurumları devlet, hukukun üstünlüğü ve hesap sorulabilir hükümet diye üçe ayırmaktadır. Görüldüğü üzere bu üç unsur, aynı zamanda meşru bir idareye de işaret etmektedir.